ORTADOĞU’DAKİ DEVLETCİK CEMAAT VE GURUPLARI DİZAYN EDEN GÜÇ
Bu Yazıyı, ÖNDER’in Mevsimlik Yayınladığı Tohum Dergisinin Talebi Üzerine 2014 Yılında Yazdım.
Üstün ve önder olması gereken ümmet bilinci nasıl sağlanır? Sünnilik, Şiilik, Selefilik, Vehhabilik gibi fikir cereyanlarının ümmet bilincine etkisi, cemaat ve tarikatların vasat ümmet anlayışına katkıları veya zararları konusunda çok şey söylenebilir; yazılabilir. Ansiklopedik bilgi derinliklerine inilerek ilginç bilgiler de aktarılabilir. Bunu yapabilecek bol miktarda araştırmacı ve akademisyen arkadaşlarımız vardır. Ben bu yazıda ansiklopedik, ilmi kaynaklara dayanarak bilgi aktarmak yerine, vakıaya dayanan, yaşadığım, gördüğüm, şahitlik ettiğim, mensupları ile fikirlerimi müzakere ettiğim, tecrübe ve tespitlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Hayatımın en değerli otuz yılını Mekke merkezli yaşadım. Ortadoğu ülkelerini defalarca gezip yakından tanıdım. Bilinen fikir ve eylem guruplarının birçoğu ile beraber aynı ortamda yaşadım; mensupları ile görüştüm; müzakere imkânı buldum; arkalarındaki gücü hissedip tanıdım. Birbirine tamamen zıt, zehir-panzehir konumunda olan gurup ve görüşlerin aynı merkezden yönlendirilip desteklendiklerini müşahede ettim. Suudi Arabistan devletinin nasıl ve hangi şartlarda kurulduğunu en yetkili kişilerden dinledim. Siyasi bilinç olmadan, kullanılmak ve sömürülmekten, hatta fıkhi ve fikri konulardaki ufuk karartan ihtilaflardan bile uzak kalınamayacağını gördüm ve anladım. İfade etmeye çalıştığım bu çerçeveyi daha iyi anlatmak ve anlaşılmasını kolaylaştırmak için, sembolik değeri olan birkaç somut olayı-bilgiyi burada sizlerle paylaşmak istiyorum.
1980-83 yılları arasında, Mekke Üniversitesi Arap Dili Enstitüsünde okurken, takriben 20-25 farklı ülkeden gelmiş öğrencilerle aynı ortamı paylaşıyorduk. Bir gün Afrika ülkelerinden bir arkadaş bana, Hüseyin Hilmi Işık Bey’i tanıyıp tanımadığımı sordu. Bende emekli bir subay olması, İst İ.H.L. de kimya öğretmenliği yapması ve basılmış kitapları olan bir cemaat önderi olması gibi bilgilerimi kendisiyle paylaştım. Bu arkadaş bana “ H. Hilmi Işık Bey’in kitaplarının İngilizce tercümesinin ülkelerinde ücretsiz dağıtıldığını, Vehhabilerin de yine ücretsiz dağıttığı kitaplarla, bu kitapların muhtevasında bulunan tenakuzların misyonerlik teşkilatlarınca nasıl kullanıldığını ” anlatması, hele bu faaliyetlerin aynı merkez tarafından sevk ve idare edildiğini söylemesine şaşırmıştım. Merak edip H.Hilmi Işık Bey’in Vehabilerle ilgili görüşlerinin yer aldığı kitapları okudum. Kitaplarda Vahhabilere izafe edilen görüşlerin bir kısmı gerçek olsa da, bir çoğu, vakıa ile uyumlu, mübalağadan uzak, hatasız ve insaflı tespitler olmadığı için, isabetli de olsa nasihatleri havada kalıp etkili olmadığını gördüm. Hatta Vehhabileri besleyici etki yaptığını müşahede ettim. O kitaplardaki, gerçekten uzak, mübalağalı tespitleri okuyup bilen, Vehhabilik gerçeğini de görüp tanıyan kişiler “Işık Cemaatine” müfteri, “Vehhabilere” de mazlum gözü ile bakabilir. Başkalarının görüş ve tespiti ile yargılama yapmanın, bilerek veya bilmeyerek şer güçlere hizmet etmeye yol açabileceğini bilmeliyiz.
Yine Mekke’de yaşadığım yıllarda, Çarşamba Cemaatinin Mürşidi Muhterem H.Mahmut Efendi ile, Harem-i Şerifte müezzinliğin altında otururken, Vehhabiliği müseccel bir Suud’lu tanıdık yanımıza oturdu. Kendisine H.Mahmut Efendi’yi tanıttım. Oda kendisini tanıtarak kısa bir sohbetten sonra H.Mahmut Efendi’yi çok sevdiğini, Türkiye’de böyle insanlar çoğaldıkça Türkiye’nin geleceğine daha umutla bakılması gerektiği mealinde ifadeler kullandı. Sözlerini Hoca efendiye aktardım. Hoca Efendi de Ona bilmukabele iltifatlarda bulundu ve kendisini İstanbul’da misafir etmekten mutlu olacağını söyledi. Vehhabi olan Suud’lu tanıdık, muhatabının “tasavvuf şeyhi” olduğunu, Hoca Efendi de Suud’lunun “Vehhabi” olduğunu bilmiyordu. Bu durumu kendilerine bildirdiğim zaman her ikisi de şaşkınlığını gizleyemedi. Her iki tarafta, birbirlerini olduğu gibi değil, Ortadoğu’yu dizayn etmeye çalışan gücün tanıttığı gibi tanıyordu. Duydukları ve bildikleri ile gördükleri farklılık arzedince şaşırmaları normaldi. Biri diğerini sünnet düşmanı, keçi sakallı, diğeride onu hurafeler ve şirkle iç içe yaşayan dalalet ehli bir anlayış mensubu olarak tanımış ve bilmişti. Doğru olmayan tespit ve teşhislerle başkalarını damgalamak, onların varlıklarını daha kolay sürdürmelerine zemin hazırlar.
Osmanlı’nın Hicaz hâkimiyetini yıkmayı başaran güç, son Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’e neler vadedip nasıl kandırdığı, sonunda Suud ailesi ile çatıştırıp, Ürdün krallığına nasıl razı ettiği, Suud ailesine hangi şartlar karşılığında yardım edip krallığı nasıl oluşturduğu, aynı gücün Filistin topraklarında tesis ettiği hakimiyeti Yahudilere devredip devlet kurmalarına nasıl katkı sağladığını bilenler, eğer iyi iz sürmesini de biliyorlarsa, günümüz olaylarını doğru yorumlayıp, ümmet olma bilincini de doğru kavrayabilirler.
1985 yılında merhum Başbakanlardan Muhterem Necmeddin Erbakan Hoca bir gurup arkadaşı ile birlikte umreye gelmiş ve Suud yetkilileri ile de görüşmeler yapmıştı. O zaman Suud Kabinesindeki bir Bakanın, Erbakan Hoca’nın sitemvari sözleri üzerine, söylediklerini hiç unutamıyorum. Kendisi Erbakan Hoca’ya: “ Suud devleti kurulurken İngilizlerle yapılan gizli bir anlaşma, bizim elimizi kolumuzu bağladığını dikkate almanızı isterim.” dedikten sonra bu gizli anlaşmanın zikrettiği maddelerinden şu anda hatırladıklarım mealen:
1- Suudi Arabistan Devleti, dini görünümlü bir devlet olabilir fakat Hilafeti canlandırmaya yönelik hiçbir faaliyetin içinde yer alamaz.
2- İngiliz ve müttefikleri, ihtiyaç duymaları halinde, üçüncü taraflara karşı, önceden izin almaksızın Suudi Arabistan topraklarını kullanabilirler.
Hatırlayabildiğim bu iki madde bile çok şey ifade ediyor. Eğer İngilizlerin Şerif Hüseyin’e, Hicaz Bölgesinde Halifeliğini ilan ederek, Osmanlıların korumaktan aciz kaldığı Hilafet makamını korumayı telkin edip saflarında yer almaya ikna etmesini, sonra da Suud Ailesi ile çatıştırarak, Şerif Hüseyin ve ailesi yerine Suud Ailesini destek verip Hicaz’a Hakim kılmak için, Hilafeti canlandırmaya yönelik bir faaliyet içine girmeme şartı koşmasındaki şeytani hile ve desiseyi iyi görüp bilirsek, Ortadoğu ülkelerinde kaynayan fitne kazanını hangi ateşle kimlerin kaynattığını anlamanın ilk adımını atmış oluruz.
Bugün bile umre ödemelerinin S.Arabistan bankalarından sadece Suud-İngiliz Bankası’na yatırılabildiğini kaç kişi biliyor? Yine sembolik bir değeri olan “Ru’yeti Hilal” konusunda, Ramazan’a farklı günlerde başlama, bayramı farklı günlerde yapma ihtilafı’nın arkasında aynı gücün olduğunu kaç kişi idrak edebilmiştir? Hilafeti ilga ederken Meclisteki âlim vasfı taşıyan vekillere “mekruh mu değil mi” tartışması yaptırmaları gibi, “Ru’yeti Hilal” konusunda kalem oynatanların benzer bir mantık yanılgısı içinde olduklarını görebilene ben henüz rastlamadım. Emekli Diyanet İşleri Başkanlarından Tayyar Altıkolaç Bey’in , üç ciltlik hatıratında, Ru’yeti Hilal konusunda yazdıklarına bakıp, yine onun döneminde D.İ.B. Vakit Hesaplama Şubesi Müdürü olan E.Albay Arif Hikmet Köklü Bey’in söyledikleri ile karşılaştırın. Ufkunuzun genişleyeceğini göreceksiniz. Bayram günlerinde Müslümanlara bilerek, önemsiz görerek nasıl oruç tutturulduğunu öğreneceksiniz. (1)
Ortadoğu ülkelerindeki fikir ve eylem gruplarının sayısını bile tespit etmek çok zor. Vehhabi, Selefi, Şii gibi fikir gurupları yanında bir sürü eylem gurupları da var. Al Kaide, IŞİD gibi, eylemleri ile gündemde olan gurupların yanında, henüz isimlerini bile duymadığımız bir sürü fikir ve eylem gurupları var. Bu guruplar ihtiyaç duyuldukça, kısa zamanda devreye sokulur ve devleştirilir; canavarlaştırılır. İşi bitince de unutturulur. Belli kaynaklar tarafından oluşturulan bu gurupların piyasaya sürülenleri yanında yedekte bekletilenleri de vardır. Hatta bununla da yetinmeyip farklı niyetlerle oluşmuş veya oluşturulmuş İslami cemaat, cemiyet ve tarikatların içine sızmak için, destek görünümlü halka genişletme çalışması yapıldığını da bilmeliyiz. Genişleyen, büyüyen halkaları kendi kontrollerinde tutarak, zamanla merkezi yapılanmayı kontrol veya etki altına almaya çalışırlar. Samimi bir hareket ve etkinliğin, önüne geçip engellenmesi yerine, kendilerine bağlı, besledikleri kişileri, o hareketin ve etkinliğin, taraftarıymış, hayranıymış, etkisindeymiş gibi içinde yer almaya teşvik edip büyütmeyi tercih ederler. Bu büyümeyi izah ederken önderlerinin “Ateşe girer yanmaz; suya girer ıslanmaz” hikayeleri dışında yaptıkları bir şey olmadığını görürsünüz.
Hilâfeti yeniden ihyâ etme ihtiyacını, Müslümanlardan daha çok şer güçler dikkate alıp hazırlık yapıyor. Halife adaylarını yetiştirme ve kontrol etme plânları, uzun zamandan beri var; sürdürülüyor. Yakında böyle bir plân ortaya çıkarsa kimse şaşırmasın. Bu konu ile ilgili Ortadoğu ve Türkiye’de oluşturulmuş, test çalışılması yaptırılan guruplar var. Kaç kişi bunun farkındadır?
Halis niyetlerle kurulmuş olsa bile, büyüme, genişleme, yayılma esnasında kontrolü sağlamakta ortaya çıkan acziyet, kullanılmak ve alet olmak durumuna düşmeye yol açabiliyor. Son otuz yılda cemaat ve tarikatlara sızma gayretleri hız kazandı ve gözle görülür hale geldi. Bakıyorsunuz bir cemaat birkaç yıl içinde etkinliğini katlayarak artırabiliyor. Süratle genişleyip yayılabiliyor. Yılların cemaati bir anda etkinlik kazanması ve süratle yayılıp büyümesinin inandırıcı bir yanı görünmüyorsa, düşünüp birikim ve aklımızı kullanmamız gerekmez mi? İsmi bile duyulmamış bir örgüt bir anda ortaya çıkıp şehirleri yakıp yıkabiliyorsa, Ortadoğu’yu dizayn eden gücün taşeronları, yedek güçleri sahneye sürülüyor demektir. Elbette ki bu gücün ortakları ve müttefikleri, yardımcıları da vardır. Bu güçlerin oluşturduğu şeytan üçgenini tanımadan figüranları ile uğraşmak bizi sonuca götürmez. Çağdaş Şerif Hüseyin’ler, Hilâfet makamını kurtarmak gibi, hizmet yaptıklarını sansalar da, hıyanetlerini devam ettirmelerine, samimi taraftarları mani olmalıdırlar. Uyarılara kulak asmalıdırlar. Zalim kardeşinin zulmüne mani olmak, Ona yapılacak en önemli ve en güzel yardım olacağını unutmamalıyız.
Örnek nesil, Peygamber arkadaşları, Peygamberimize ” Ya Resulallah bu sizin görüşünüz mü, yoksa vahiy ile bildirilen bir görüş mü ” diyebilmesindeki inceliği kavrayıp, Kur’an, Sünnet ve bu iki kaynağa bağlı müctehid alimlerin görüşlerine itibar ve bağlılığımızı sürdürmek “vasat ümmet” bilincini muhafaza edebilmenin sigortasıdır.
Son Şeyhülislamımız Mustafa Sabri Efendi’nin yardımcısı olan Zahid Al Kevseri, Mısırda yaşadığı yıllarda, Ehli Sünnet Cemaati ile Ehli Şia’yı yaklaştırma, uzlaştırma hedef ve iddiasıyla yayın yapan bir dergide yazı yazmasını isteyenlere mazeret beyan eder; birkaç defa ısrarlı bir şekilde talebin tekrarlanması karşısında onlara şu nasihatte bulunur: ” Ehli Sünnet Cemaati ile Ehli Şia’yı yaklaştırmak istiyorsanız, Ehli Şia, Ehli Sünnete yönelik telkin ve nasihatlerden vaz geçmeli, kendi cemaatinin aşırılıklarını düzeltmek için onlara nasihatle meşgul olmalı, Ehli sünnet alimleri de Ehli Şia’ya karşı olan yaklaşımlarını gözden geçirmek ve kendi cemaatlerine nasihati tercih etmelidir. Böylece her iki cemaat mensupları kendilerini aşırılıklardan koruyunca, uzlaşma ve yaklaşma kendiliğinden oluşmuş olur.”
Evet, herkes projektörü kendine çevirmeli, kendi eksik ve hatalarımızı görüp kendimize çeki düzen vererek yenilenmeliyiz. Uluslararası şer odaklarının ürettiği, besleyip yaşattığı fikir ve eylem guruplarının tuzaklarına düşmemek için, sapasağlam bütün canlılığı ile elimizde olan değer ve ölçülerimize bağlılığımızı artırmalıyız. İlme ve ilmi faaliyetlere önem vermeyen, mensuplarının tutum ve davranışları, ihlas ve samimiyetle bağdaşmayan, hiçbir fikir ve harekete, kör bir teslimiyetle bağlanmamalıyız. Karşıtlığa dayanan bir anlayışa itibar etmemeliyiz. İnancını davranışlarına yansıtabilen aksiyon adamı olmaya gayret etmeliyiz.
26.07.2014
A. Ziya İbrahimoğlu
(1)Ayrıntı merak edenler, yine bu sitede yayınladığım, Ru’yet-i Hilal konusu ile ilgili yazımı ve bu konuda Tayyar Altıkulaç Bey ile yaptığımız mail yazışmalarını okuyabilirler.