Osmanlı Hanedanına Yapılan Zulüm ..

Hilafet kaldırıldı… Peki hanedana bu kadar zulüm neden yapıldı?

7 Mart 2025 Cuma Nuh Albayrak Yazdı

“Yeni Türkiye” güzergâhının 23 Aralık 1918‘de toplanan “Şark Konseyi”nde belirlendiğini ve Saltanat’ın da bu sebeple kaldırıldığını şöyle aktarmıştık:

https://www.star.com.tr/yazar/curzonun-1919-ocakta-yaktigi-ates-turk-milletini-hala-yakiyor-yazi-1921257

https://www.star.com.tr/yazar/bolum-2-saltanat-bugun-kalkacak-ihtimal-ki-bazi-kafalar-kopacak-yazi-1902218

Konsey kararlarının böyle adım adım uygulanmasını sağlayan Londra, son adım olan Hilafet’in kaldırılması için ise, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan “Lozan Antlaşması”nı tam bir yıl bekletmiş; hatta Türkiye Cumhuriyeti’ni bile tanımamıştı! Nitekim Ankara, 101 yıl önce (3 Mart 1924) Hilafeti kaldırmış ve İngiliz Parlamentosu da Lozan Antlaşmasını, 16 Temmuz 1924‘te onaylamış ve Cumhuriyet’i de nihayet tanımıştı!

Yani Ankara’nın, “Kuruluş Süreci” dedikleri Lozan’da verilen söze istinaden, Haçlı Siyonist Batı karşısında ebediyen mağlubiyetin imzası anlamına gelen “İlga”ya imza atmıştı! 

Peki, bu “zorunlu adım”dan tamamen ayrı bir karar olan “Hanedanın Kovulması” fecaatinin sebebi neydi?

Zira, Saltanat 516 gün önce (1 Kasım 1922) kaldırılmış ve 6 asırlık Osmanlı hanedanı sıradanlaştırılmıştı! Peki zaten mağdur edilen çoğu kadın ve çocuktan oluşan 100 civarındaki Osmanlı bakiyesine bu zulüm neden reva görülmüştü?

Batı’nın, yüzyıllarca yenemediği için duyduğu kin ve nefret, neden bizzat Türk Meclisi’nde tezahür etmişti? 

“KEMİKLERİNİ DE DIŞARI ATALIM”

Osmanlı’nın yetiştirdiği paşaların Osmanlı öfkesi, 3 Mart 1924 günü TBMM’de, “cinnet” noktasına ulaşmıştı. Bu mebusları dinleyen, “Bunlar kimin vekili” diye düşünürdü!

Süleyman Sırrı (Bozok), Osmanlılardan geriye kalmış birkaç kadın ve çocuk hakkında “Bunlarda kesilmiş kuyruk acısı vardır. Sadece büyüğünün değil; en ufağının bile memleketten gitmesine taraftarım” diyordu. Osmaniye Mebusu İhsan Bey ise hayattakilere yaptıkları zulmü yeterli görmüyor, “Ölülerinin kemiklerini bile mezardan çıkarıp atmak lazım gelir”diyerek yedi düvelde bile görmediğimiz bir nefret kusuyordu![1]

“Her şeyi hallettik de bu mu kaldı? Hilafet gücünü elden kaçırmayalım” dediği için “Adi adam… İn aşağı” hakaretlerine maruz kalan tek bağımsız mebus Zeki Bey, “Hanedanın; iki sırmalı uşağı ile maiyetindeki sekiz askerden mi korkuyoruz? Bu insanları ecnebi diyarına atmaktansa en azından Etlik’te bir köşkte oturtabiliriz” demişti ama kimse duymamıştı![2]

KADINLARA DA ACIMAMIŞLARDI!

Birkaç arkadaşıyla birlikte “Kadınlar sürgünden muaf tutulsun” teklifi veren Ahmed Muhtar Bey söz alarak, teklifini, makul gerekçelerle sunmuştu: 

“Hilafeti lağvettik, hanedanın erkeklerini de istisnasız memleketten çıkaracağız. Ancak kadınları da sürmenin neticesini iyi görmüyorum. Bir zamanlar yüksek saydığımız kadınların öteye beriye fena ahlâk sülûk etmelerine sebep olacağız. Bunları kovmayalım.”[3]

Gel gör ki, milleti ve milletin vicdanını temsil etmeyen bu Meclis, zaten bu kararları alması için oluşturulmuştu! Hemen söz alan Kütahya Mebusu Ragıp (Soysal) Bey “Efendim, hanedanın çocuklarını ve kadınlarını düşünürken, benim gözümün önünden bundan sekiz yüz sene sonra gelecek ahfadı ve dökülecek kanlar sinema şeridi gibi geçiyor” diyerek nefreti tazelemişti![4]

Nitekim Muhtar Bey’in “Kadınlara merhamet” önergesi reddedilmiş, hanedanın; kadın-çocuk hatta uzantılarıyla birlikte sürülmesine karar verilmişti! Ayrıca, yurdu terk etmeleri için sadece 10 gün süre verilmişti! Acaba bu paşalar, başka bir vilayete tayin edildiğinde kaç gün ‘mehil müddeti’ kullanıyordu?

Büyük bir kahramanlık yaptığını düşünen mebuslar, Miraç gecesi öncesine tekabül eden o akşam “Yahudinin Gazinosu”na giderek, temsil ettikleri millete karşı kazandıkları bu zaferi(!) kutlamıştı! Başvekil İsmet Paşa da, birkaç gün sonra (7 Mart akşamı) yine “Yahudinin Gazinosu”nda bazı kabine üyeleriyle kurdukları uzun masada, rakı içerek “kutlama” yapmıştı![5]

SEÇTİKLERİ HALİFENİN ÖLÜSÜNÜ BİLE KABUL ETMEDİLER!

Akıbetini, günler önceden fark eden Abdülmecid Efendi de Sultan Vahideddin Han gibi, Avrupa’ya değil; İslam ülkelerinden birine gitmek istemişti. Bu talebini dikkate almadıkları gibi; Resmî Gazetede yayınlanmasını bile beklemedikleri kanundaki on günlük süreyi dahi çok görmüşlerdi. İstanbul Valisi Ali Haydar Yuluğ’un hemen o akşam “Millî iradeye itaat etmezsen zorla götürürüz” tehdidi üzerine bütün aile 1,5 saatte hazırlanmak zorunda kalmıştı! Miraç Kandili dahi dinlemeden; üç taksiye bindirilen son Halife ve ailesi, trenle İsviçre’ye gönderilecekti! 

“Millet adına” deseler de, gecenin o saatinde bile “halk protesto eder” endişesiyle Sirkeci Garı’na değil, şehir dışındaki ıssız Çatalca istasyonuna götürmüşlerdi. 

Vahideddin Han’ın haklılığı, 15 ay gibi kısa bir süre sonra ortaya çıkmış, Ankara’nın Osmanlı nefretinden o da payını almış, sürgün hayatı, 9 Mart günü başlamıştı.

Grand Hotel’in masraflarına daha fazla katlanamayınca, 7 Ekim 1924’te Nice’ye taşınan Abdülmecid Efendi, Vahideddin Han’a 2 saat mesafede “sürgün komşusu” olmuştu!

“Ankara Halifesi”nin sürgün çilesi 23 Ağustos 1944’te Paris’te sona ermişti. Sanki her bakımdan, amcazadesini izliyordu. Zira O’nun gibi hayatı sona ermişti ama çilesi bitmemişti! Çünkü, “Ölünce bari İstanbul’a götürün” vasiyeti Ankara’ya iletilmişti ama kimse oralı olmamıştı. 

Abdülmecid Han’ın cenazesi, Paris Büyük Camii’nin küçük bir odasında yıllarca “izin” beklemişti! Tam 10 yıl sonra cami yönetiminin “Alın artık” isyanı üzerine Medine’ye götürülen Abdülmecid Efendi, 30 Mart 1954 tarihinde Bâki Kabristanı’na defnedilmişti. Vehhabiler dozerle dümdüz ettiğinden mezarı bile kalmamıştı! 

SÜRGÜNÜN ASIL AMACI “YAĞMA” İMİŞ!

Şehzadeler, sultanlar ve sultan çocukları ile hanımları, padişah hanımları ile damatlardan oluşan 155 kişiyi, vatandaşlıktan çıkarmış, “Neyiniz varsa 10 gün içerisinde satın, yoksa el koyacağız”demişlerdi. Nice gayrimenkuller ve paha biçilmez eserler, İttihatçılar ve Yahudi işbirlikçileri tarafından adeta yağma edilmişti!

Parasız hatta pasaportsuz olarak kovulan bu insanların, kendi mülkleri olan Osmanlı coğrafyasından “transit” geçmeleri bile yasaktı. Her biri tarifsiz sıkıntılar çekmiş, birbirinden acı dramlar yaşamıştı. Avrupa parklarında sürünen hanedan mensuplarını seyreden Haçlılar, adeta intikam alıyordu. Özellikle Avrupa’ya gönderilmelerinin sebebi de buydu.

Yaşanan dramlardan birkaçını özetleyelim.

“ŞU KÖPEK BENDEN BAHTİYAR!”

Şehzade Ömer Faruk, Halife Abdülmecid Efendi’nin tek oğlu ve Vahideddin Han’ın damadı olup; iyi yetişmiş bir askerdi. 26 Nisan 1921’de zevcesi Sabiha Sultan’ı; iki aylık kızıyla bırakıp, Millî Mücadeleye katılmak için yola çıkmış, ancak Mustafa Kemal’in, “Gelme” telgrafı üzerine İnebolu’dan dönmüştü.[6]

Oysa, “Rütbemle, umumi seviyemle mütenasip bir askerî vazife olmasa da, milletin ferdi bir nefer olarak hizmet emelinde idim” demişti![7]

1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırıldıktan sonra; emekli maaşı dahi bağlanmadan ordudan atılan Binbaşı Faruk Efendi, hakkını arayabilmek için Hukuk Fakültesine kaydolmuştu ama birkaç ay sonra son Halife babası ve biri 3 yaşında diğeri annesinin kucağında iki kızıyla birlikte sürülmüştü!

Bir süre Lozan ve Nice’te yaşadıktan sonra 1938’de Kahire’ye göçen Ömer Faruk Efendi, 1952 yılında Türkiye’ye gidecek olan bir yolcunun kucağındaki köpeği göstererek, “Şu köpek bile benden daha bahtiyar” diye hayıflanmıştı. Kızı Neslişah Sultan’ın söylediğine göre, Türkiye’yi, cennetten bahseder gibi anlatan Faruk Efendi’nin tek hayali İstanbul’da ölebilmekti. İsmail Hakkı Danişmend’e yazdığı bir mektupta, “İnsan emektar hizmetçisini çıkarırken bile nerede nasıl yaşayacak’ diye düşünür”demişti! Ama maalesef bu son arzusuna da kavuşamamış ve 28 Mart 1969 gecesi Kahire’de; kahır içinde ölmüştü! Neyse ki, vefalı kızı, Nisan 1977’de İstanbul’a; II. Mahmud Han Türbesi’ne nakletmişti![8]

“OSMANLI TORUNLARI ‘ECNEBİ’ GİBİ YETİŞİYOR!”

Ankara’da Osmanlı’ya öyle bir öfke vardı ki, I. Dünya ve İstiklâl harplerinde inanılmaz kahramanlıklar gösteren Şehzade Osman Fuad Paşa’yı bile “düşmanın kucağına” sürmüşlerdi!

1911 yılında 16 yaşında savaşmak için gittiği Libya’da Mustafa Kemal Paşa ile tanışan Fuad Efendi (V. Murad’ın torunu), farklı cephelerde nice hizmetlerde bulunmuştu. Sonraki yıllarda orgeneralliğe yükselmiş ve Trablusgarp Orduları Grup Kumandanı olarak tekrar Libya’ya gitmişti. Uzun maceralardan sonra 30 Nisan 1919‘da İtalyanlara esir düşmüş, 7 Eylül’de kurtularak İstanbul’a dönmüştü. 2 Şubat 1920‘de Çırağan’da yapılan düğününe, mütareke döneminde aylarca sarayda misafir ettiği İsmet Paşa da katılmıştı. 

Fuad Paşa, 3 Mart 1924‘teki “Osmanlı’ya öfke” fırtınasına, Romanya’da tedavideyken yakalanmıştı! Kendisine gönderdiği mektupta, “Çok esef ederim. İstisna yapamadım. Kanun umumî idi” diye yazan Mustafa Kemal’in Meclis’teki etkisini iyi bilen Osman Fuad Paşa, sefir vasıtasıyla, “Anadolu’ya geleyim” şeklinde bir mesaj göndermişse de hiçbir cevap alamamıştı.

Saltanat devam etseydi 39. Padişah olarak tahta çıkacak olan Fuad Efendi, daha 29 yaşında başlayan 49 yıllık sürgün çilesinden sonra 1973 yılında Nice’de 78 yaşında vefat etmişti. 3 yıl önce Hürriyet muhabiri Doğan Uluç’a verdiği mülakat zulmün bilinmeyen yönlerini anlatıyor:

“Ordu kumandanı Osman Fuad’ın; Paris’te üçüncü sınıf bir otelden kovulacağı kimin aklına gelirdi? Revâ mıdır bize? Çeşitli ülkelerde sığıntı hayatı yaşayan Osmanlılara çok yazık oluyor! Kimi sefalete dayanamayıp intihar ediyor; kimi de ‘Türkiye, Türkiye’ diye sayıklayarak son nefesini veriyor. Dışarıda doğan çocuklar ise yabancı mekteplerde Türkçeyi öğrenemeden, tarihimizi, dinimizi tanıyamadan bir ecnebi gibi yetişiyor. Çok zâlim bir son oldu.”[9]

SARAYDA SULTAN OLACAKTI, HAÇLI MEZARINA BEKÇİ OLDU

Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart günü eve gelen iki polis ve bir komiser, 14 yaşındaki Orhan Efendi’ye bir kağıt imzalatmıştı. Oyuna devam etmek için hemen imzayı basmıştı ama komiserin niye ağladığını anlayamamıştı! Sonra ailesiyle birlikte Sirkeci’ye götürülerek Simplon Ekspres’e bindirilmişti!

II. Abdülhamid Han’ın torunu, Şehzade Abdülkadir Efendi’nin oğlu olan Mehmed Orhan Efendi’nin böyle başlayan sürgün macerası tam 68 yıl sürmüştü. Yaşadıklarının kaç roman veya belgeselde özetlenebileceğini kimse bilemezdi. Saltanat devam etseydi; Sultan VII. Mehmed veya II. Orhan unvanıyla devleti yönetecek olan Orhan Efendi’nin Fransa’dan aldığı Seyahat Belgesi’nde, “Türkiye hariç bütün ülkelere girebilir” notu düşülmüştü!

Nice işler yapmıştı ama son görevi yürek yakıyordu. Zira, Nice’deki Amerikan Mezarlığı’ndaki Haçlı lahitlerini temizliyordu!

Orhan Efendi 5 Mart 1924‘te ayrıldığı İstanbul’a; 1 Ağustos 1992 günü dönmüştü ama bir ömür hayal ettiği İstanbul, artık onun için hiçbir şey ifade etmiyordu! Çünkü o artık hiçbir şey göremiyordu! Çocukluğunun geçtiği Serencebey yokuşu da Çırağan Sarayı da bir tatlı hayalden ibaretti! Topkapı Sarayı’na biletle girdiği İstanbul’dan 14 Ağustos’ta ayrılmış ve artık “asıl vatanı” haline gelen yad ellere tekrar dönmüştü. Bu 14 gün içerisinde onu en çok etkileyen ise yine bir komiserin, “Burası sizin vatanınız, gitmeyin” derken ağlamasıydı! 

Orhan Efendi, bu vefasız dünyayı 12 Mart 1994 günü terk etmişti ama gidişi de çok “vefasız” olmuştu! Çünkü, cenaze namazını Arap Mahallesi’nden bol bahşişle getirilen bir “imam” kıldırmış, arkasında ise sadece Melike ve Emire Hanım Sultanlar ile “Katolik” kocaları saf tutmuştu![10]

ABDÜLHAMİD HAN’IN OĞLU AÇLIKTAN ÖLDÜ!

Ahmed Nuri Efendi, Avrupa köşelerinde açlıktan ölen Osmanlılardan sadece biriydi! Abdülhamid Han’ın oğlu olan Nuri Efendi, payitahttan sürüldüğünde 46 yaşında bir “Albay” idi. 20 yıllık çilesi, 1944’te; Digne’deki (Fransa) bir parkta son bulmuştu. Cebinden, “Kimseyi suçlamayın; zira açlıktan ölüyorum. Beni Müslüman olarak defnedin” yazılı bir not çıkmıştı.[11]

Abdülhamid Han’ın küçük oğlu Abidin Efendi de Paris’te çok sürünmüştü ama hiç değilse ölüsü bari Müslüman diyarında yer bulmuştu! 1972 yılında Beyrut’ta vefat eden Abidin Efendi, Şam’da Sultan Selim Camii avlusundaki amcası Vahideddin Han’ın yanına defnedilmişti!

Hanedan mensupları öyle dramlar yaşamıştı ki, belki de açlıktan ölmek bunların en hafifiydi. Her şeyi Hristiyanlık hatta İslâm düşmanlığı üzerine kurulu şehirlerdeki sürgün hayatı ilerledikçe, bu insanların yaşadığı mağduriyetler de katmerlenmişti. Hanedan mensuplarının çektiği bu sıkıntılar Ankara’yı hiç ilgilendirmemişti. Ecnebilerle evlilikler, zamanla değişen gelenekler… Müsebbiplerin başka hiçbir hatası olmasaydı bile bu vebal yeter! 

Kemalist laikler, kadınlar için 1952‘de erkekler için 1974‘te yasağın kalkmasından sonra Türkiye’ye dönen Osmanlı torunlarına da “sığınmacı” muamelesi yapmıştı. Hanedan mensuplarına yönelik linç kampanyaları hâlâ devam etmektedir! 

Osmanlı Devleti’nin imkânlarıyla o makamlara ulaşan; üstelik de cephelerdeki hezimetleriyle Osmanlı’yı yıkan bu paşaların; birkaç Osmanlı yadigârına bu kadar zulmetmesinin sebebi neydi?

Bütün bunlar, Ehl-i sünnetin son bayraktarı olan Osmanlı’ya neyin cezasıydı?https://m.star.com.tr/yazar/hilafet-kaldirildi-peki-hanedana-bu-kadar-zulum-neden-yapildi-yazi-1930216

[1] TBMM Zabıtları, 3 Mart 1924, s. 66.

[2] TBMM Zabıtları, 3 Mart 1924, s. 31-32.

[3] TBMM Zabıtları, 3 Mart 1924, s. 66-69.

[4] TBMM Zabıtları, 3 Mart 1924, s. 67.

[5] Eyüp Durukan, Cumhuriyet Yürüyor, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2021, s. 110; 114.

[6] Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 198-208.

[7] Cemal Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-1,Dizerkonca Matbaası, İstanbul 1974, s. 310-335.

[8] Ekrem Buğra Ekinci, Sürgündeki Hanedan,Timaş Yayınları, İstanbul 2017, s. ?

[9] Ekrem Buğra Ekinci, Sürgündeki Hanedan,Timaş Yayınları, İstanbul 2017, s. 203.

[10] Murat Bardakçı, Son Osmanlılar, Hürriyet Yayınları, İstanbul 2006, s. 9-32.

[11] Ekrem Buğra Ekinci, Açlıktan Ölen Şehzade: Ahmed Nuri Efendi, Türkiye, 10 Haziran 2019.