Araştırmak, İncelemek, Bilenlerden Sorup Öğrenmek Güzeldir ..
Yeterli vakti olanlar sosyal medya ile ilgilenebiliyor; yazılan ve sorulanları takip edebiliyor; gördüklerinden zikre değer bulduklarını bize de aktaranlar sayesinde bazı hususlardan bizim de haberimiz olabiliyor. Bu satırların yazarı vakit fukarası olması sebebi ile whatsap dışında sosyal medyayı takip edemeyenlerden olup aşağıdaki sorular Dursun Öztürk Bey kardeşim tarafından bana whatsap üzerinden ulaştırıldı. Belki de sizler, sosyal medya mecralarında benzerlerini sık sık görüyor ve okuyorsunuzdur ama ben ilk defa gördüm. Faydası olabilir umudu ile bana ulaştırılan bu sorulara, aklımın erdiği, bilgimin yettiği kadar cevap vermeye çalışacağım. Eksiğim ve hatam olursa bendendir; daha iyi bilen kardeşlerim eksiklerimi tamamlarsa duacıları olurum.
Dursun Öztürk Bey kardeşimizin naklettiğine göre bir vatandaşımız şöyle bir not paylaşmış: 👇
FİL SURESİNE FARKLI BİR BAKIŞ
Eğer Allah’ın amacı Kabe’yi korumak olsaydı, bu hadiseden sonra da korumaya devam etmesi gerekirdi. Oysa çok iyi biliyoruz ki, Emeviler döneminden başlamak üzere Kabe defalarca saldırıya uğramış, yıkılmış ve yakılmıştır. Birçok kere de tekrar inşa edilmek zorunda kalınmıştır. Allah nedense Cahiliye Dönemi’nde koruduğu (!) Kabe’yi İslami dönemde korumamıştır.
Daha da öte Allah’ın -eğer koruması gerekseydi- Kabe’yi
Hıristiyan Fil Ordusu’ndan değil, putperest Araplardan koruması ve Ebabil Kuşlarını evini bir puthaneye çeviren müşriklere göndererek onları helak etmesi gerekirdi. Çünkü onlar bunu daha çok hak ediyorlardı.
Sonuç olarak, Allah Fil Suresi’nde Araplara bir mucizeyi
dile getirmemiş, onlann anladıklan dilden, Fil Hadisesi’ne
dair birbirlerine söyleye geldikleri şiirsel, mitolojik ifadeleri
ayetlerinde onlara çevirerek “Bu Kabe’nin Rabbine ortaksız
kulluk edin” şeklinde, asıl vermek istediği, mesajı iletmiştir.
Gerisi lafı güzaf …
Hamdi Tayfur
Hamdi Tayfur Beyi tanımam bilmem, onun sorduğu sorunun benzerlerini başkaları da sormuş. Onlara verilen cevapları arayıp buldum; bir kısmı Arapça olduğu için Türkçeye tercüme ettim; bir kısmı da Türkçe olduğu için sadece linkini paylaşmakla iktifa ettim ki yazı uzayıp kitap hacmine ulaşmasın. İşte bu sorunun cevabına ışık tutacak bilgilerden bazıları:
Hamd Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, âline, ashabına ve onun yolundan gidenlere olsun. Bundan sonra:
Ey değerli kardeşim,
Allah’ın hikmetlerinden uzak kalmış bir konuda soru sorman, güzel bir davranıştır. Allah Teâlâ, tam ilim, hikmet ve lütuf sahibidir. O’nun her işinde muhteşem bir hikmet vardır. Allah, yaptığını yalnızca hikmetli bir sebeple, övgüye layık bir amaç ve güzel sonuçlar için yapar. Allah’ın fiilleri, hikmetine tabidir. Yüce Allah şöyle buyurur: “De ki: En mükemmel ispat Allah’ın ispatıdır.” (En’âm, 149). Yine Allah, tam ilmi, hikmeti ve her şeyi yerli yerinde yapması nedeniyle, “O, yaptığından dolayı sorguya çekilmez, onlar ise sorguya çekilirler.” (Enbiyâ, 23) buyurmuştur. Allah’ın fiillerinde abeslik, kötülük ya da sorgulanmayı gerektiren bir durum yoktur. O, dilediğini yapan bir fiil sahibidir ve yalnızca hayır, fayda, rahmet ve hikmetle işler yapar. Allah kötülük, fesat ya da adaletsizlik yapmaz; zira O’nun isimleri ve sıfatları en mükemmel seviyededir. O, zengin ve her türlü övgüye layık olan, her şeyi bilen ve hikmet sahibidir.
Fil Olayı ve Allah’ın Beytini Korumadaki Hikmeti
Fil vakası ve Allah’ın Beytini (Kâbe’yi) koruması, Peygamber Efendimiz’in (sav) peygamberlik mucizelerindendir. Bu olay, Peygamberimiz’in doğumundan önce gerçekleşmiş ve şirkle dolu bir dönemin sona ereceğine, iyilik ve adaletin başlayacağına bir işaret olmuştur. Bu hadise, İslam’ın doğduğu ortamda oldukça yaygın bir şekilde bilinmektedir. Allah, seçtiği evini (Kâbe’yi), İslam’ın merkezi ve kutsal yürüyüşlerin mekânı yapmak üzere korumuştur.
Allah, Ebrehe ve ordusuna karşı üzerlerine pişirilmiş taşlar atan kuş sürüleri göndermiştir. Bu taşlar, onları Kur’an-ı Kerim’de geçtiği üzere kuru, parçalanmış yapraklar haline getirmiştir. Bu olay, Allah’ın müşrik olan Mekke halkına bile, Beytini koruma hikmeti gereği bahşettiği bir nimettir. Daha sonra Allah, dininin gücüyle Kâbe’yi koruyacak olan Peygamberini göndermiştir.
Ebrehe ve Haccâc’ın Eylemleri Arasındaki Fark
Ebrehe, Kâbe’yi yıkmayı hedeflerken, Haccâc bin Yusuf’un amacı farklıydı. Haccâc, Abdullah bin Zübeyr’e karşı savaşırken mancınık kullanarak Kâbe’yi vurmuştu. Ancak niyeti, Ebrehe’nin niyeti gibi Kâbe’yi yıkmak değildi. Aksine, Abdullah bin Zübeyr ve onun destekçilerine karşı bir savaş stratejisi uyguluyordu. Haccâc ve askerleri Kâbe’ye saygı göstermiş, sadece rakiplerine karşı üstünlük sağlamak istemişlerdir.
İbn Teymiyye, bu farkı açıklarken şöyle demiştir: “Hiç kimse, Kâbe’ye kasten zarar verme niyeti taşımamıştır. Ebrehe’nin ve Karmatilere benzer düşmanların eylemleri bile doğrudan Kâbe’ye saygısızlık amacı taşımamıştır.”
Allah’ın Hikmeti ve Kaderin Farklı Şekilleri
Kâbe’nin korunması, İslam’ın henüz ortaya çıkmadığı dönemde Allah’ın hikmetinin bir işaretiydi. Ancak İslam’ın yerleşmesinden sonra bu tür koruma, Allah’ın şeriatındaki emirlerle Müslümanlara bir sorumluluk olarak yüklenmiştir. Misal olarak, Karmatilere karşı Kâbe’yi koruma görevi Müslümanların omuzlarına bırakılmıştır.
Sonuç olarak, Allah’ın fiilleri hikmetine ve belirlediği düzene uygun olarak gerçekleşir. Müminlere düşen, O’nun hikmetini kavramaya çalışmaktır. Allah’tan bizi faydalı ilimle donatmasını, öğrendiklerimizden bizi faydalandırmasını ve ilmimizi artırmasını niyaz ederiz.
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar
Görüldüğü gibi, Ebrehe ordusu saldırısından sonra Kâbeye zarar veren 1-2 saldırı olmuştur; bunlar da mahiyet ve niyet itibarı ile Ebrehe ordusu saldırısından farklıdır. Önce doğru bilgi sahibi olmak sonra yorum yapmak gerekiyor.
Ayrıca aşağıdaki linklerini verdiğim yazıların okunmasında da fayda gördüm: 👇
https://sorularlaislamiyet.com/allah-ebrehenin-kabeye-saldirmasini-engelledigi-halde-haccacin-saldirisini-neden-engellemedi?amp
Bu yazı da okuyanlar için ufuk açıcı olabilir👇
https://sorularlaislamiyet.com/allah-kabeyi-ebrehenin-saldirisina-karsi-korudugu-halde-neden-putlarin-kabe-icine-konmasina-izin?amp
Tercüme Edilen Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://www.alukah.net/fatawa_counsels/0/114277/الفرق-بين-محاولة-أبرهة-هدم-الكعبة-وبين-المحاولات-التي-بعده/
TANRI’YA 6 SORU
Adem DoğanTemur isimli bir başka vatandaşımız şöyle yazmış:
Takdir edersiniz ki “sormak” ile “sorgulamak” farklı şeylerdir. Bunu baştan söyleyim ki teolojik bir linçe maruz kalmayım. Allah’ı sorgulamak gibi bir densizliği aklımın ucundan bile geçirmem ama eğer O’na soru sormak gibi bir hakkım olsaydı kutsal metinlerin verdiği bilgilerden hareketle en azından şu soruları kendisine yöneltmek isterdim;
Adem Beyin sıraladığı 6 soruyu kendi yazdığı sıraya göre teker teker ele alacağız; Allah (cc), yarattığı kulları ile peygamberleri kanalıyla iletişim ve irtibat kurmuştur; günümüzde yaşayan peygamber olmadığına göre, peygamberlerin varisleri kabül edilen samimi ve ihlaslı alimler, Kur’an’ı Kerim ve Peygamberinin sünneti ışığında sorulara cevap verebilirler. İşte sorular ve cevapları:
S1- Hz. İbrahim’den İsa’ya kadar 2000 yıl boyunca neden tüm elçilerini dünyanın tek bir coğrafyasından ve bir ailesinden, yani Yahudilerden seçtin. Diğer toplum, kültür ve medeniyetleri yok saymandaki yüce hikmet nedir?
C1- Sorudan anladığımız kadarı ile bu vatandaşımızın bilgi eksikliği var. Önce bu bilgi eksikliğini gidermek gerekir. Allah bir rivayette yarattığı kulları için değişik zamanlarda ve değişik kavimlere olmak üzere 124 bin elçi göndermiştir. Bunların içerisinde isimleri Kur’anı Kerim’de zikredilenlerin sayısı sadece 24 dür. İsimleri K.Kerimde zikredilen bu 24 elçinin bölgeleri hakkında bile bilgimiz sınırlıdır. Allah bütün kavimlere kendi dillerinde elçiler göndermiş ve onlara gerekli eğitim süreceni (vetiresini) yaşatmıştır. Bu sebeple bütün bilgi ve görgümüzün kaynağında Allah’ın (cc) elçilerinin eğitim ve öğretim faaliyetini görebiliriz. Aşağıda bu sorunuza ışık tutacak, ufuk açıcı şu yazıları okuyup incelemenize sunuyorum:
Hamd, Allah’a mahsustur.
Birinci olarak:
Şeriatımızda yerleşik bir kuraldır ki Allah Teâlâ, kullarına peygamberler göndererek ve kitaplar indirerek delil getirmiştir. Bu gönderme, sadece bir ümmete, bir kıtaya veya belirli bir bölgeye mahsus olmamış, aksine tüm milletlere, farklı zaman ve mekanlarda yapılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Hiçbir ümmet yoktur ki, içlerinden bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.” (Fâtır, 24)
Ve yine şöyle buyurur:
“Biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye bir peygamber gönderdik.” (Nahl, 36)
Bundan dolayı Allah Teâlâ’nın adaletine uygun olarak, peygamberlerin ve elçilerin daveti kendisine ulaşmayan hiç kimseyi cezalandırmadığı sabittir. Nitekim Allah şöyle buyurur:
“Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.” (İsrâ, 15)
Ve yine:
“Rabbin, halkı habersiz iken, memleketleri zulümle helak edecek değildir.” (En‘âm, 131)
Ancak Allah Teâlâ, bize bütün peygamberlerin haberini bildirmemiş, yalnızca bazılarını anlatmıştır. Çoğunun haberini ise bildirmemiştir. Bu durum, şu ayette belirtilir:
“Senden önce gönderdiğimiz bazı peygamberleri sana anlattık, bazılarını ise anlatmadık.” (Mü’min, 78)
Buna göre, peygamberlerin yalnızca bir bölgede gönderildiğini söylemek doğru değildir. Aksine Allah, yeryüzündeki bütün kavimlere peygamber göndermiştir.
İkinci olarak:
Tarih boyunca kurulmuş olan çoğu medeniyet, bugün “Akdeniz Havzası” olarak adlandırılan bölgede ve çevresinde yaşamıştır. Bu bölgeler; Şam, Mısır, Irak ve Arap Yarımadası’dır. Dolayısıyla nüfus yoğunluğu çoğunlukla bu bölgelerde olmuştur. Bu durum, peygamberlerin çoğunun bu bölge halklarına gönderilmiş olmasıyla uyumludur.
Allah Teâlâ’nın, neden bu bölgelerdeki peygamberlerin kıssalarını anlattığına dair hikmetlerden bazıları şunlardır:
1. Bu kıssalardaki ibretler ve dersler diğerlerinden daha büyüktür.
İmam Tahir bin Aşur bu konuda şöyle der:
“Allah, peygamberimiz Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) birçok peygamberin ismini anlatmayarak, sadece bazılarını anlatmakla yetinmiştir. Çünkü adı geçenler, peygamberlerin en büyükleridir ve onların kıssaları daha büyük ibretler taşır.” (et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, 6/35)
2. Bu peygamberlerin kıssaları, Araplar ve çevrelerinde bulunan Ehli Kitap tarafından zaten biliniyordu.
Bu durum, Araplara ve bölgedeki diğer milletlere karşı delilin daha güçlü olmasını ve kıssalardan alınacak ibretlerin daha etkili olmasını sağlamıştır.
Sonuç:
Allah Teâlâ’nın hikmeti gereği, bu bölgelere dair peygamberlerin kıssaları anlatılmış, bu kıssalar ibret ve ders kaynağı olmuştur.
Doğrusunu en iyi sadece Allah bilir.
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar
Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://islamqa.info/amp/ar/answers/138770
Ayrıca sorunuza cevap olarak aşağıda linkini verdiğim videoyu dinleyebilirsiniz:👇
https://youtube.com/watch?v=LySM7scc1PU&si=UNODWkNihKIXov6b
Benzer mahiyette cevapların yer aldığı şu yazıyı da okuyabilirsiniz:👇
Hamd, Allah’a mahsustur.
Birincisi:
Allah Teâlâ her ümmete peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler birbirini takip etmiştir. Allah Azze ve Celle şöyle buyurur:
“Sonra, ardı ardına peygamberlerimizi gönderdik. Her ne zaman bir ümmete peygamberi geldiyse, onu yalanladılar. Biz de birini diğerinin ardından gönderdik ve onları helak ettik. İnanmayan kavimler rahmetimizden uzak olsun.” (Müminun, 23:44)
Yine Allah Teâlâ buyurur:
“Biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Her ümmetin içinde mutlaka bir uyarıcı gelip geçmiştir.” (Fatır, 35:24)
Allah Teâlâ, bu peygamberlerden bazılarının isimlerini Kur’an’da zikretmiş, kıssalarını anlatmış, ama çoğunu zikretmemiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebur verdik. Daha önce sana kıssalarını anlattığımız peygamberler ve sana anlatmadığımız peygamberler gönderdik. Allah Musa ile doğrudan konuştu.” (Nisa, 4:163-164)
İbn Kesir (rahimehullah) bu ayetlerle ilgili şöyle demiştir:
“Kur’an’da ismi açıkça belirtilen peygamberler şunlardır: Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Musa, Harun, Yunus, Davud, Süleyman, İlyas, Elyesa, Zekeriya, Yahya ve İsa (aleyhimüsselam). Ayrıca birçok müfessire göre Zülkifl de peygamberler arasındadır. Bunların en yücesi ise Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir.”
“(Ve peygamberler ki, onların kıssalarını sana anlatmadık) ifadesi, Kur’an’da isimleri geçmeyen diğer peygamberlere işaret eder.” (İbn Kesir Tefsiri, 2/469)
İkincisi:
Âlimler, peygamberlerin ve resullerin sayısı konusunda farklı görüşlere sahiptir. Bu farklılık, bu konuyla ilgili rivayet edilen hadislerin sahihlik derecesine dayanmaktadır. Hadisleri sahih veya hasen kabul edenler, bu rakamları esas almış; zayıf bulanlar ise bu konuda bilgiye yalnızca vahiy yoluyla ulaşılabileceğini ifade etmiş ve bu rakamları kesin bir şekilde kabul etmemiştir.
Hadislerde geçen peygamber ve resul sayıları:
1. Ebu Zer’den rivayet edilen bir hadis:
Ebu Zer (radıyallahu anh) dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü! Peygamberlerin sayısı kaçtır?” Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu: “Yüz yirmi bin.” Ebu Zer dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü! Bunların kaç tanesi resuldür?” Buyurdu ki: “Üç yüz on üç.” (İbn Hibban, 361)
•Bu hadis çok zayıftır. Ravilerden İbrahim bin Hişam el-Gassani hakkında, Zehebi “terk edilmiş” derken, Ebu Hatim “yalancı” demiştir. Bu sebeple İbn Cevzi bu hadisi uydurma olarak nitelemiştir.
İbn Kesir (rahimehullah) şöyle demiştir:
“Bu uzun hadisi muhaddis Ebu Hatim İbn Hibban sahih kabul etmiştir. Ancak İbn Cevzi, bu hadisi uydurma olarak değerlendirmiş ve ravilerden İbrahim bin Hişam’ı suçlamıştır. Bu hadis nedeniyle birçok cerh ve tadil âlimi bu raviyi eleştirmiştir.” (İbn Kesir Tefsiri, 2/470)
2. Ebu Ümame’den rivayet edilen bir hadis:
Ebu Ümame (radıyallahu anh) dedi ki: “Ey Allah’ın Nebisi! Peygamberlerin sayısı kaçtır?” Buyurdu ki: “Yüz yirmi dört bin, bunlardan üç yüz on beşi resuldür.” (İbn Hatim Tefsiri, 963)
•Bu hadis de zayıftır.
3. Ahmed bin Hanbel’in rivayeti:
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu: “Resullerin sayısı üç yüz on küsurdur.” (Ahmed, 35/431)
•Şuayb el-Arnavut bu hadisin isnadını “çok zayıf” olarak değerlendirmiştir.
4. Enes bin Malik’ten rivayet edilen bir hadis:
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu: “Allah sekiz bin peygamber gönderdi; dört bini İsrailoğullarına, dört bini ise diğer insanlara.” (Ebu Ya’la, 7/160)
•Hadis çok zayıftır.
Sonuç:
Yukarıdaki hadislerin tamamı zayıftır. Dolayısıyla peygamberlerin ve resullerin kesin sayısını yalnızca Allah bilir.
Üçüncüsü:
Bazı âlimlerin görüşleri:
1. İbn Teymiyye (rahimehullah):
“Peygamberlerin ve resullerin sayısını belirten hadisler, Ahmed bin Hanbel ve diğer âlimlere göre sabit değildir.” (Mecmu Fetava, 7/409)
2. İbn Atıyye (Allah ona rahmet eylesin):
“(Ve peygamberler ki, onların kıssalarını sana anlatmadık) ifadesi, peygamberlerin çokluğunu belirtir ancak kesin bir sayı vermez.”
Sonuç:
Peygamberlerin sayısı Allah’ın ilminde saklıdır. Müslümanların, Kur’an’da ve sahih hadislerde adı geçen peygamberlere iman etmesi ve diğerlerini genel olarak kabul etmesi gereklidir.
Mutlak doğruyu sadece Allah bilir.
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar
Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://islamqa.info/ar/answers/95747/هل-صح-في-عدد-الانبياء-والرسل-شيء
S2- İbrahim Peygamber ölüleri nasıl dirilteceğini merak ettiği için ölü kuşu dirilterek ona somut bir kanıt sundun. İsa’yı beşikte iken konuşturdun, çamurdan yaptığı kuş heykelinin canlanmasını, körü ve alaca hastasının iyileştirmesini, ölüleri diriltmesini sağladın. Musa için Kızıl Deniz’i yardın, hatta asasını yılan yaparak sihirbazların sihirlerini yutturdun. Hz. Süleyman’a verdiğin adeta fantastik film sahnelerini andıran olağanüstülükleri saymıyorum bile! Hal böyle olunca; günümüz insanından da o hiç şüphe duymadığım varlığını somutlaştıracak, ateistlerin argümanlarını Musa’nın asası gibi yutacak en azından birkaç tane mucizeyi esirgemekteki hikmetin nedir?
C2- İlk insan itibaren günümüze kadar bütün insanlar öğretilip eğitilerek gelişme ve olgunlaşma süreci (vetiresi) yaşamışlardır. Peygamberimiz döneminde Miracı inkar eden müşrikler, peygamberimizi cevap vermekten aciz bırakmak ve yalanlamak için kendisine bir çok sorular sormuşlardır. Bunlardan biri de, madem M.Aksa’ya gidip oradan göğe yükseldin; söyle bakalım M.Aksa’nın kaç penceresi vardı? Böyle önemli ve olağanüstü bir yolculuk esnasında M.Aksa’nın penceresini saymak kimin aklına gelebilir? Bu anlamsız ve mantıksız soru karşısında sevgili Peygamberimiz duraklayınca, Allah canlı yayın yaparak M.Aksayı elçisinin önüne taşıyıp pencerelerini sayma fırsatı verdi ve soruyu doğru cevaplamasını sağladı. O günkü insanlığın algılama seviyesine göre bu bir mucize olsa bile çağımızda yaşayan insanların bilgi ve tecrübe seviyesi bu olayı normal kabül eder ve kolaylıkla inanmayı mümkün kılar. Demekki mucizeler zamanın şartları ve algılama imkanlarına göre mahiyet farklılığı arzedebilir. Peygamberimizin en büyük mucizesi Kur’anı Kerimdir. 15 asır önce Allah’ın son elçisi kanalı ile gönderilmiş, hayatın bütününü kapsayan bir kitap içerisinde, bu güne kadar ilmen hatalı olduğu sabit olup kat’iyyet ifade eden bir hususun olmaması çağımız insanı için yeterli bir mucize sayılmaz mı? Bilindiği gibi Kur’anı Kerimin 1/3 e yakın bir bölümünü geçmiş peygamber ve kavimleri ile ilgili kıssalar oluşturur. Diğer 1/3 e yakın bölümünü de Dini hükümlerin oluşturduğunu farz edersek geri kalan bölümü de hayatın ve ilimlerin tamamına şamil hususlar oluşturur. İlim ve teknolojideki gelişme ve terakkinin, Kur’anı Kerimi anlamayı kolaylaştıran ve doğrulayan bir mahiyet arzetmesi, kainatın yaratılışındaki harikalık ve inceliklere bakıp görmeyi becerenler için yeterli mucizelerle doludur. Akledip düşünmek, araştırmak ve incelemek bu mucizeleri görebilmek için gerekli ve şarttır.
Sorunuzun cevabı ile ilgili aşağıdaki yazıları da okumanızı tavsiye ediyorum: 👇
Hamd, yalnız Allah’a mahsustur.
Cevaba başlamadan önce sorunuz ve benzerleri hakkında önemli bir uyarı yapmalıyız: Kadere dair hikmetlerin sırlarını sürekli araştırmak ve olayların gerçekleştiği hikmetleri anlamaya çalışmak, Müslüman için en büyük sıkıntılardan biridir. Bu sıkıntının nedeni açıktır: Bu meseleler, yüce ve büyük olan Allah’a aittir. Allah, gözlerin ihanetini ve kalplerin gizlediklerini bilir; O, yaptıklarından sorguya çekilmez, ancak insanlar sorguya çekilir. İnsanlar ise kendi başlarına ne bir faydaya ne de bir zarara malik, ne ölümü ne hayatı ne de yeniden dirilmeyi kontrol edebilirler.
Bu ifadelerle, aklı Allah’ın mülkünde düşünmekten alıkoymayı veya çevresini anlamaktan uzaklaştırmayı kastetmiyoruz. Kur’an, bizi Allah’ın yaratışını tefekkür etmeye çağırır. Elbette ki çağdaş olaylar da Allah’ın yaratışındandır. Ancak burada okuyucunun zihnine şunu yerleştirmek istiyoruz: İnsan aklının ulaşabileceği en yüksek bir sınır vardır. Bu sınırdan ötesini düşünmek, akıl için zarardan başka bir şey getirmez ve zamanını boşa harcatır.
Bu bağlamda şunu kabul etmeliyiz: İnsan, inansın ya da inanmasın, doğulu ya da batılı olsun, kadere dair sırları yalnızca aklıyla anlamada tamamen acizdir. Hiç kimse, evrenin sırlarına ve olayların sebeplerine dair mutlak bilgiye sahip olduğunu iddia edemez. Daha ötesi, bir insan heyecanla veya gafletle ya da cesaretle, dağların bile dayanamayacağı şu korkunç ifadeyi dile getirebilir: “Allah hiçbir şeyi değiştirmez” ya da “Hiçbir cevap veren yoktur!”
Ey Allah’ın kulu, sana yazıklar olsun! Eğer Allah değiştirmiyorsa, kim değiştiriyor? Kim yaratıyor, kim rızık veriyor, kim diriltiyor, kim öldürüyor, kim verir ve kim alır?
Bu tür ifadeler sadece çirkin ve kabul edilemez olmakla kalmaz, aynı zamanda tarihin gösterdiği Allah’ın takdirine karşı nankörlüktür. Ayrıca, dünya üzerinde gerçekleşen ibret dolu olaylara karşı aceleci bir yaklaşımdır.
İbnü’l-Cevzî (rahimehullah) şöyle der:
“Devlet büyükleri ve önemli makamlarda olanların içki içtiklerini, zina ettiklerini, zulmettiklerini ve cezayı gerektiren fiiller işlediklerini duyardım. Onlara cezaların uygulanmasının imkansız olduğunu düşünürdüm. Ancak zamanla onların başına gelen felaketleri gördüm. Zalimliklerinin karşılığı olarak malları ellerinden alındı, cezaları fazlasıyla çektiler. Kimisi uzun süre hapislerde kaldı, kimisi ağır zincirlerle bağlandı ve büyük bir zillete düştü. Kimisi ise büyük sıkıntılar çekerek öldürüldü. Böylece anladım ki hiçbir şey ihmal edilmiyor! Dikkat edin, ceza sizi bekliyor.” (Sıydü’l-Hatır, s. 165).
Ancak insan çabucak unutur. İbret almaya karşı ihmalkar davranır ve Allah’ın hikmetine karşı itiraz eder.
Allah şöyle buyurur:
“Eğer insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, sonra da onu geri alırsak, mutlaka o, ümitsiz ve nankör olur. Eğer kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra ona bir nimet tattırırsak, mutlaka, ‘Kötülükler benden gitti.’ der ve mutlaka şımarık, kibirli biri olur. Ancak sabredenler ve salih ameller işleyenler müstesnadır. İşte onlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükafat vardır.” (Hud, 8-11).
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Gerçekten insan huysuz (sabırsız ve açgözlü) olarak yaratılmıştır. Kendisine bir kötülük dokunduğunda sızlanır, kendisine bir iyilik dokunduğunda cimrileşir. Ancak namaz kılanlar hariç.” (Meâric, 19-22).
Yine şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür. Ve şüphesiz buna kendisi de şahittir. O, mal sevgisine aşırı derecede düşkündür. Peki, kabirlerde olanlar dışarı çıkarıldığı zaman bunu bilmez mi?” (Adiyat, 6-9).
İnsan, kendi zayıflığını, acizliğini ve yokluktan yaratılışını unutursa – nitekim Allah şöyle buyurur: “İnsan, kendisinin sadece bir nutfeden (meni damlasından) yaratıldığını görmez mi? Buna rağmen apaçık bir düşman kesiliyor. Bize bir örnek getirdi ve kendi yaratılışını unutarak, ‘Çürüyüp dağılmış kemikleri kim diriltecek?’ dedi. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.” (Yâsin, 77-79) – işte o zaman, insan, Allah’ın kâinattaki ve tarihteki ayetlerini de unutur. Kur’an’da geçen zalimlerin ve zorbalık yapanların durumlarını anlatan hikâyelerden ibret almaz. Allah şöyle buyurur: “Biz bu Kur’an’da insanlara her türlü misali verdik. Ama insan, tartışmaya en çok düşkün olan varlıktır.” (Kehf, 54).
Geçmişte ümmetin başına gelen büyük musibetleri ve tarih boyunca yaşanan önemli olayları hatırlamamız gerekir. Böylece bugün televizyon ekranlarından gördüklerimizin tarihte yaşananlardan daha az korkunç olmadığını anlayabiliriz. Misal olarak, Moğolların 656 (Hicri) yılında Bağdat’ı işgali sırasında, tarihçilerin çoğunlukla kabul ettiği görüşe göre, yaklaşık bir milyon insan hayatını kaybetmiştir. O dönem için bu sayı, halkın çoğunluğunu ifade eder. Yaşananlar, ancak hayal ürünü hikâyelerde tasvir edilebilecek derecede korkunçtur. Bu konuda İbn Kesir (Allah ona rahmet etsin) şöyle demiştir: “Bağdat, tüm şehirlerin en canlısı iken harabeye dönmüştü. İçinde sadece az sayıda insan kalmıştı ve onlar da korku, açlık, zillet ve çaresizlik içindeydi. Tıpkı Allah’ın Kitabında İsrailoğulları’nın başına gelen felaketi anlattığı gibi.” Allah şöyle buyurur: “Biz İsrailoğulları’na Kitap’ta şu hükmü verdik: Yeryüzünde iki kez fesat çıkaracaksınız ve büyük bir azgınlık göstereceksiniz. İlk söz yerine geldiğinde, üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik ve onlar, yurdu baştan başa istila ettiler. Bu, gerçekleşmesi gereken bir vaatti.” (İsrâ, 4-5).
Moğolların Bağdat’ı işgali sırasında kaç Müslümanın öldüğü konusunda farklı görüşler vardır: Sekiz yüz bin, bir milyon sekiz yüz bin veya iki milyon kişinin öldüğü söylenmiştir. Allah’a sığınırız. Onlar Bağdat’a Muharrem ayının sonlarında girdi ve kırk gün boyunca halkı katlettiler. Halife’nin sarayından yaklaşık bin bakire kızın esir alındığı belirtilmiştir. Ayrıca, Halife’nin ailesinden erkekler çocukları ve kadınlarıyla birlikte mezarlıklara götürülüp koyun gibi boğazlanmıştır. Seçtikleri kızlar ve cariyeler esir alınmıştır.
İmamlar, hatipler ve Kur’an hafızları öldürülmüş; camiler, cemaatler ve cuma namazları aylarca terk edilmiştir. Kırk gün süren bu olaylardan sonra Bağdat, harabeye dönmüş; cesetler yollarda yığınlar halinde kalmış ve üzerlerine yağan yağmur yüzlerinden bozulmalarına neden olmuştur. Bu cesetlerin kokusu şehri kaplamış, hava değişmiş ve bu nedenle şiddetli bir veba salgını başlamıştır. Bu salgın Şam’a kadar yayılmış ve birçok kişi bu değişen hava nedeniyle ölmüştür. Halk aynı anda hem pahalılık, hem hastalık, hem ölüm hem de veba gibi musibetlerle karşılaşmıştır. Allah’a sığınırız.
Bağdat’ta güvenlik ilan edildiğinde, insanlar yeraltından, sığınaklardan ve mezarlardan çıkmış; birçoğu birbirini tanıyamamış, baba oğlunu, kardeş kardeşini bile tanımaz hale gelmiştir. Ancak çıkanlar da vebadan etkilenmiş ve ölenlere katılmışlardır. Böylece hepsi toprağın altında bir araya gelmiştir. Her şeyi bilen Allah’ın iradesiyle bu durum gerçekleşmiştir. Allah, O’ndan başka ilah yoktur. O’na güzel isimler aittir.”* (Bu metin, İbn Kesir’in el-Bidâye ve’n-Nihâye eserinden özetlenmiştir; cilt 13, sayfa 235).
İbnü’l-Esîr (rahimehullah) şöyle der:
“Bu olayı anlatmaktan yıllarca uzak durdum. Çünkü büyüklüğü karşısında bu olayı yazmayı istemedim. Bu durumu anmaya dahi gönlüm razı olmadı. Yazmaya bir adım atıyor, sonra geri çekiliyordum. Kim İslam ve Müslümanların ölüm ilanını yazmayı kolay bulabilir? Kim böyle bir acıyı dile getirmeye dayanabilir? Keşke annem beni doğurmasaydı, keşke bu olaylar olmadan önce ölüp unutulmuş biri olsaydım… Eğer biri, Allah Teâlâ’nın Âdem’i yaratmasından bu yana dünyanın böyle bir belaya maruz kalmadığını söylese, doğru söylemiş olur. Çünkü tarih kitaplarında bu olaya benzer ya da yaklaşan bir başka olaydan bahsedilmez.
Tarih boyunca en büyük olaylardan biri olarak anlatılanlar arasında Buhtunnasr’ın (Nebukadnezar) İsrailoğulları’na yaptığı zulüm, öldürmeler ve Beytü’l-Makdis’i harap etmesi yer alır. Ancak bu olay, bu lanetli saldırganların harap ettiği şehirlerle kıyaslandığında küçük kalır. Çünkü onların tahrip ettiği her bir şehir, Beytü’l-Makdis’in kat kat büyüklüğündeydi. Öldürülen insanların sayısı ise İsrailoğulları’nın sayısını çoktan aşmıştır. Bu olayın büyüklüğünü kavramak zordur ve insanlık böyle bir olayı belki de bir daha kıyamete kadar görmeyecektir; ta ki Ye’cüc ve Me’cüc gelene dek. Deccal bile ona tabi olanları hayatta bırakır ve sadece karşı çıkanları yok eder. Fakat bu insanlar kimseyi hayatta bırakmadı; kadınları, erkekleri, çocukları öldürdüler. Hamile kadınların karınlarını yardılar ve rahimlerdeki ceninleri bile katlettiler. “Şüphesiz biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz. Güç ve kuvvet ancak Allah’tandır.”
Bu olaydan tarihteki tek bir olayı hatırlatmakla elde edilen netice şudur: “Sakın Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Onları, gözlerin dehşetle donup kalacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim, 42). Ve yine sana şunu söylemeliyiz: Dünyada olanların, Allah’ın düzeni ve takdiri dışında gerçekleştiğini asla düşünme. Örneğin, 656 yılında harap olan Bağdat, daha sonra İslam dünyasının büyük başkentlerinden biri haline geldi. Osmanlı İmparatorluğu’nun güç kazandığı dönemde İslam ve Müslümanların izzetini dünyaya yüzyıllar boyunca gösterdi. İşte böylece dünya, zamanla değişip dönüşür.
Ancak önemli olan, Müslümanın mucizeleri beklememesidir. Çünkü mucizeler sadece peygamberlere tahsis edilmiştir. Tarihin kanunları, bireylerin hayallerinden ve kuruntularından daha güçlüdür. Dünya, sebepler üzerine kuruludur. İnsanların gayreti ile şartlar iyileştiğinde ya da bozulduğunda, insanlar ne ekmişlerse onu biçerler. Milletler ve toplumlar, toplu kaderlerini ya mutlulukla ya da sıkıntıyla karşılar.
Şeyh İbn Useymîn (rahimehullah), Buruc Suresi’ndeki Ashab-ı Uhdûd kıssasından alınacak dersler hakkında şöyle der:
“Bu ayetlerde ibret vardır. Allah Teâlâ, düşmanlarını dostları üzerine musallat edebilir. Bu yüzden Allah’ın kâfirleri Müslümanların üzerine saldığını, onları öldürdüğünü, yaktığını ve namuslarını çiğnediğini duyunca şaşırmayın. Allah’ın bunda bir hikmeti vardır. Müminler bu olaydan büyük bir ecir kazanır. Bu zalim kâfirler ise Allah’ın mühlet verdiği, fakat farkına varmadıkları bir aldanış içindedirler. Geriye kalan Müslümanlar ise, bu olaydan ibret almalıdır. Bosna-Hersek’te Müslümanların maruz kaldığı büyük felaketleri duyduğumuzda, bu bize ibret olmalıdır. Müslümanlara yönelik bu saldırılar, onların derecelerini yükseltir, günahlarını siler ve geriye kalanlar için bir nasihat olur. Bu aynı zamanda, Allah’ın kâfirleri tuzağa düşürüp onları helak etmek için kullandığı bir vesiledir.” (Kaynak: “Lika’ül-Bâb’il-Meftuh”, 37. ders).
Bu olayları, Uhud Gazvesi sonrasında müminlere Allah’ın nasıl teselli verdiğini ve bu musibetteki şehitlerin nasıl ödüllendirildiğini hatırlayarak düşünün. Allah, kullarına yönelik imtihan ve arınmanın kendi sünneti olduğunu açıkça belirtmiştir: “Sizden önce nice ibret verici olaylar yaşandı. Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün. Bu, insanlar için bir açıklama, sakınanlar için bir rehber ve bir öğüttür. Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer inanıyorsanız, üstün olan sizsiniz. Eğer bir yara aldıysanız, o kavim de benzer bir yara almıştır. Biz bu günleri insanlar arasında evirip çeviririz ki Allah, iman edenleri ayırsın ve sizden şehitler seçsin. Allah zalimleri sevmez.” (Âl-i İmran, 137-142).
Bilmelisin ki, dünya bir ceza yurdu değildir. İyilik edenler için iyiliklerin, kötülük edenler için azapların hemen gerçekleştiği bir yer değildir. Dünya, bir imtihan ve amel yurdudur. Allah, istediği zaman azabını indirir ve dilediği zaman erteler. Ancak unutma ki, Allah’ın vaadi mutlaka gerçekleşecektir:
“Sakın Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Onları, gözlerin dehşetle donup kalacağı bir güne erteliyor…” (İbrahim, 42-52).
Allah en iyisini bilendir.
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar
Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://islamqa.info/amp/ar/answers/209756
Aynı soruya Farklı Bir Zaviyeden Bakan:👇
Kim demiş ki mucizeler bilimsel gelişmelerin varlığıyla veya ilerlemesiyle sona erdi?
Tam tersine, teleskoplar ve mikroskoplar sayesinde, daha önce hiçbir insan topluluğunun göremediği mucizeleri görme imkanına kavuştuk. Beynin kıvrımlarına, insan vücudundaki milyarlarca hücrenin uyum içinde çalışmasına bakın. Her bir hücrenin kendi başına bir aklı mı var? Hayal edin, bin kişi bir dansı uyum içinde gerçekleştirmek istese, bunu başarmak için ne kadar zaman ve çaba harcarlar? Peki ya milyarlarca hücre? Bunlardan biri ölse, yerine geçen hücre hemen görevini yerine getirir; ne bir eğitimden geçer ne de bir yöneticiye ihtiyaç duyar.
Parmakların nasıl büyüdüğünü ve doğru uzunluğa ulaştığında nasıl durduğunu düşünün. Neden büyümeye devam etmiyorlar? Üç boyutlu bir ölçümü vücudun dışında nasıl yapabiliyorlar? “DNA” dersiniz belki… Ne kadar da müthiş bir dâhi bu DNA! Ama neden belli bir zamanda çözülmeye başlar, uçları kıvrılarak ölümün yaklaştığını işaret eder?
Nuh kavminden Ad ve Semud halkına, oradan Kureyş’e kadar bu kavimler bu tür mucizeleri gördüler mi? Asla!
Şunu bilin ki, biz öyle bir çağda yaşıyoruz ki, bu çağda mucizeler, önceki bütün kavimlerin gördüğü mucizelerden yüzlerce kat daha büyük. Geçmişte Allah, bir peygamber aracılığıyla bir mucize gösterirdi. O mucizeyi yalnızca görenler görür, kaçıranlar kaçırır, inkâr edenler ise inkâr ederdi. Ama şimdi, tüm bu mucizeleri kendi bedeninizde görebilir ve inkâr edemezsiniz. Ağaçların kökleri aracılığıyla iletişimi, Hubble teleskobunun evrenin ihtişamını gösteren görüntülerini ve yeni bilimsel teorilerin, bu evrenin karmaşıklığı karşısında ne kadar küçük olduğumuzu ortaya koyduğunu düşünün.
Mucizeler devam ediyor ve her geçen gün artıyor.
“Biz onlara hem ufuklarda hem de kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 53)
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar
Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://ar.quora.com/لماذا-توقف-الله-عن-فعل-المعجزات-في-هذا
Ayrıca aşağıdaki linklere de bakabilirsiniz:👇
Kur’anda Neden Kimsenin Reddedemeyeceği Bilimsel Mucizeler Yok👇
https://www.bilimveyaratilisagaci.com/f/s/kuranda-neden-kimsenin-reddedemeyecegi-bilimsel-mucizeler-yok/paged/6/
Mucize, Peygamberlerin Mucizeler konusunda en çok merak edilenler 👇
https://sorularlaislamiyet.com/mucize-peygamberlerin-mucizeler-konusunda-en-cok-merak-edilenler
İnanmayanlara Allah’ın varlığını nasıl anlatırız?👇
https://sorularlaislamiyet.com/inanmayanlara-allahin-varligini-nasil-anlatabiliriz?amp
S3- Madem insanlarla iletişimini seçtiğin insan elçiler aracılığı ile sağlamak gibi bir yöntemin varsa; neden dünyanın bir ucundaki insan, dünyanın diğer köşesindeki, mesela Mekke’deki bir elçiyi tanımak zorunda kalsın? Seni her ülkeye ve her topluma elçi göndermekten engelleyen şey nedir?
C3- Her topluma elçi gönderilmiş olduğu ile ilgili yukarıdaki sorulara cevap verme esnasında bilgi aktardığımı hatırlatmakla yetinip tekrara yer vermeyeceğim. Sadece bir hususa işaret edip konu ile ilgili bilgiler paylaşarak ufuk açıcı yazı linkleri de vereceğim. İşaret etmek istediğim hususa gelince, İnsanlığın yaşadığı eğitim ve öğretim süreci, zirveye yaklaşmış olduğunda hiç şüphe yok. Bu durum aynı zamanda dünyanın ömrününün de sonuna doğru yaklaştığımıza işaret ediyor. Teknoloji ve İletişim imkanları dünyayı bir köy haline dönüştürmüş durumda olduğunu hepimiz kabül ediyoruz. İnsanoğlunun ürettiği proğram ve cihazlar dil ve mesafe sıkıntısı yaşatmayacak seviyeye geldi. İnsanoğlunu ortak noktalarda buluşturacak evrensel bir rehber ve kitaba her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu da muhakkaktır. İşte bunun için Hz. Muhammed son peygamber ve Kur’anı Kerim de son kitaptır. Bu konuda ufuk açıcı bir kaç yazı ve bilgi linki de paylaşayım:
Soruda geçen ifade, eğer söyleyen kişi, insanların sonraları peygamberlik ve vahiy ihtiyacının olmadığı anlamına geliyorsa -yani peygamberin insanlar arasında bulunmasının, onları doğru yola iletmek için gerekli olmadığı düşüncesindeyse- bu ifade doğru değildir. İnsanlar, kıyamete kadar, peygamberliğe ve mesajlara ihtiyaç duymaktadırlar. Hatta sonraları, insanların bu mesaja ihtiyaçları, daha önce yaşayanlarınkinden daha büyük olabilir, çünkü önceki insanlar daha basit bir hayat sürüyorlardı. Bu konuda, fetva numarası 295546’da, İslam mesajının son peygamberlik olarak gönderilmesinin hikmeti üzerinde durmuştuk. O fetvada, ilk peygamberlerin gönderildiği toplulukların birbirlerinden uzak, temasın az olduğu ve iletişimin çok sınırlı olduğu bir dönemde yaşadıklarını, fakat Hz. Muhammed’in (sav) mesajı ile birlikte dünyanın daha yakın hale geldiğini ve uluslararası iletişimin arttığını belirtmiştik. Bu gelişmeler, mesajın tüm dünyaya ulaşmasını mümkün kıldı. İşte bu nedenle, Allah’ın hikmetiyle peygamberlik silsilesi son buldu.
Eğer bu sözü söyleyen kişi, dinin ve delilin insanların üzerinde var olmasının, peygamberin hayatta olmasına bağlı olmadığını, ve son vahyin korunmuş olmasıyla insanların hala doğru yolda olduğunu kast ediyorsa, o zaman bu doğrudur. Zira peygamberimizin (sav) vefatı, ümmetin başına gelen en büyük musibettir, ancak dini, vahyi -Kur’an ve Sünnet- hâlâ muhafaza edilmiştir, ve delil devam etmektedir. Yani, vahyin devamı ve mesajın ulaştırılması, peygamberin fiziksel olarak hayatta olmasına bağlı değildir. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Muhammed ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler geldi, geçti. Eğer o ölür ya da öldürülürse, geriye mi döneceksiniz? Kim geriye dönerse, Allah’a hiçbir zarar vermez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân, 144).
Şeyh es-Sa’di, tefsirinde şöyle demektedir: “Allah Teala buyuruyor: ‘Muhammed ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti.’ Yani, o, önceki elçilerden bir farkı yoktur. Onların görevi, Rablerinin mesajlarını tebliğ etmek ve emirlerini yerine getirmektir. Onlar ölümlüdür ve onların hayatta olması, Allah’ın emirlerine uyulması için bir şart değildir. Her zaman ve her durumda insanların görevleri, Rablerine ibadet etmektir. Bunun için Allah, ‘Eğer o ölür ya da öldürülürse, geriye mi döneceksiniz?’ buyurmuştur. Yani, iman ve cihad gibi şeyleri terk etmek, Allah’ın emirlerine karşı gelmek anlamına gelir.”
Ve Allah en iyi bilendir.
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar
Yazının Arapça Aslı İçin: 👇
https://www.islamweb.net/amp/ar/fatwa/323182/
Konuya bir başka zaviyeden yaklaşıp Neden günümüzde peygamberler yok, halbuki hayat 1400 yıl önceki halinden çok farklı ve gelişmiş? diyenlere:👇
Alimler, peygamberlerin varisleridir ve dinin yayılmasından sorumludurlar. Onlar çoktur ve dikkat edin, son ilahi kitaba ekleyecek yeni bir yöntem yoktur, bu yüzden yeni bir peygambere gerek yoktur. Ayrıca, peygamberler ve resuller, bir devletin düzenini korumak için geliyorlardı. Fakat şimdi dünyada küresel bir sistem ve küresel yasalar vardır ki, bu sistem her devleti ve düzeni korumaktadır. Ve Allah en iyi bilendir.
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar
Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://ar.quora.com/لماذا-لا-يوجد-أنبياء-في-عصرنا-الحالي
Neden Hz. Muhammed Son Peygamber seçildi?
https://sorularlaislamiyet.com/neden-muhammed-sav-son-peygamber-olarak-secildi-0?amp
Aynı konuda şu bilgiler de bilinmeli👇
https://sorularlarisale.com/peygamber-efendimiz-neden-son-peygamberdir-hikmeti-nedir?amp
Neden peygamberlerin çoğu Orta Doğu’da gelmiştir? Her topluma peygamber gönderilmiş midir?👇
https://sorularlaislamiyet.com/neden-peygamberlerin-cogu-orta-doguda-gelmistir-her-topluma-peygamber-gonderilmis-midir?amp
Her topluma, her kıtaya peygamber gönderilmiş midir?👇
https://sorularlaislamiyet.com/her-topluma-her-kitaya-peygamber-gonderilmis-midir?amp
S4- O da bir tarafa, son elçi olarak gönderdiğin Hz. Muhammed’den sonra neden bu sisteme son verdin?
C4- Yukarıdaki soruların cevabı esnasında bu konuya da temas etmiş olsak da, ek olarak şu bilgileri de öğrenmemizde fayda görüyorum.
Âlimler, peygamber ile elçi arasındaki fark konusunda farklı görüşler ifade etmişlerdir. Çoğunluk âlimlere göre, peygamber, Allah tarafından kendisine vahiy gönderilen ancak tebliğ etmesi emredilmeyen kişidir. Elçi ise, Allah tarafından vahiy gönderilen ve tebliğ etmekle görevlendirilen kişidir.
Fakat bu farklı görüşlere rağmen, âlimler ortak olarak elçinin, peygamberden daha üstün olduğu konusunda hemfikirdirler. Çünkü elçi, peygamberlik şerefini ve fazlasını kazanmış olur. Bu nedenle demişlerdir ki: “Her elçi peygamberdir, fakat her peygamber elçi değildir.”
Bundan dolayı, Peygamber Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in “o, peygamberlerin sonuncusudur ve ondan sonra peygamber gelmeyecektir” şeklindeki ifadeleri, aynı zamanda “onun ardından elçi de gelmeyecektir” anlamına gelir. Çünkü O bir elçi ve aynı zamanda bir peygamberdir.
Eğer metin, “Muhammed (s.a.v.) son elçidir” diye belirtilmiş olsaydı, bu durum, onun ardından bir peygamberin olabileceğini ima edebilirdi. Ancak metinde, “Muhammed (s.a.v.) son peygamberdir ve ondan sonra peygamber gelmeyecektir” denildiği için bu, hem peygamberin hem de elçinin gelmeyeceğini açıkça ifade eder.
İbn Kesir (rahimehullah) şöyle demektedir:
“‘Ve Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusu’… Bu ayet, ondan sonra peygamber gelmeyeceğine dair açık bir delildir. Eğer peygamber gelmeyecekse, ondan sonra elçi de gelmeyecektir, çünkü elçilik makamı peygamberlik makamından daha özeldir. Her elçi peygamberdir, ancak her peygamber elçi değildir.”
(Tefsir İbn Kesir, 3/645)
Şeyh İbn Üseymin (Allah ondan razı olsun) ise şöyle demiştir:
“Ve o son peygamber olduğunda, kesinlikle son elçidir. Çünkü peygamberlik olmadan elçilik olmaz. Bu yüzden deriz ki: Her elçi peygamberdir, fakat her peygamber elçi değildir.”
(Mecmu‘ Fetâvâ İbn Üseymin, 1/250)
Ve Allah en iyiyi ve doğruyu bilendir.
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar
Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://islamqa.info/amp/ar/answers/113393
S5- Ya da bizim dışımızdaki hiçbir canlı varlık kendi görevini hakkıyla yapabilmek üzere ellerinde senin gönderdiğin ilahi bir kılavuz metinle dolaşma gereği duymazken, en akıllı ve üstün olarak yarattığını söylediğin biz insanlar neden böyle bir zorunluluk içerisindeyiz?
C5- Canlılar arasında aklı olan tek canlı insandır. Onun dışındaki hiç bir canlının aklı yoktur; hisleri vardır ve hislerinin gereğini de yaparlar. Hislerinin gereğini yapmaları sebebi ile de sevilirler. Madem ki aklı olan tek canlı insanoğludur; onun dışındaki bütün canlılar da onun tasarrufu ve istifadesi için yaratılmıştır. Bunun da bir sorumluluğu olması normal kabül edilmesi gerekmez mi? İşte bu sorumlulukları bildiren bir kılavuzun olması bundan dolayı gerekli ve zaruridir. Bu sebeple insanoğlu cinsinden olup akıl nimetine sahip olmayanların böyle bir sorumluluğu olmadığı gibi böyle bir kılavuz metne de ihtiyaçları yoktur. Bu konuda okunmasında fayda gördüğüm şu yazıları okuyup incelemenizi tavsiye ediyorum:
İnsan (bilimsel adı: Homo sapiens), insanî cinsinin (Hominidae) günümüze kadar kalan tek türüdür ve diğer tüm hayvanlardan farklı olarak yüksek derecede gelişmiş bir beyne sahip, soyut düşünme, dil kullanımı, konuşma ve deruni düşünme kabiliyeti ile karşılaştığı problemlere çözümler üretme kapasitesine sahiptir. Bununla birlikte, insanın dik duruşu, eklemli üst ve alt uzuvları, bunların beynin işleyişiyle mükemmel uyum içerisinde hareket etmesi, insanı yeryüzünde zihni ve fiziki yeteneklerini bir arada kullanabilen tek canlı yapar. Bu özellik, insanın el becerisiyle ince ve kaba aletler yapabilmesine imkan tanır. Ayrıca, konuşmayı mümkün kılan karmaşık bir gırtlak yapısına da sahiptir.
Yaklaşık 14.000 yıl önce Güney Batı Asya’da (ve diğer bazı yerlerde bağımsız olarak) başlayan “Neolitik Devrim”, tarımın ve insan yerleşiminin başlamasını simgeler. Nüfusun artması ve yoğunluğunun yükselmesiyle birlikte, toplum içindeki ve toplumlar arasındaki yönetim şekilleri gelişti, bazı uygarlıklar yükseldi, bazı krallıklar ise yok oldu. Homo sapiens, dünya nüfusu 2022 itibarıyla 8 milyardan fazla olana kadar genişlemeye devam etti.
Fosil çalışmaları ve mitokondriyal DNA analizleri, insanların yaklaşık 300.000 yıl önce Afrika’da var olduklarını göstermektedir. Şu an insan, 2021 verilerine göre 7.8 milyar kişiyle tüm kıtalarda ve alçak yörüngelerde yaşamaktadır.
İnsan, çoğu yüksek primat gibi doğası gereği sosyal bir canlıdır. Ancak, kendini ifade etme, fikir alışverişi yapma ve organizasyon konularında benzersiz bir kabiliyet gösterir. Ayrıca insan, ailelerden uluslara kadar karmaşık sosyal yapılar kurarak işbirliği yapan ve rekabet eden gruplar arasında organizasyonlar üretir. Modern insan arasındaki sosyal etkileşim, çok çeşitli etik normlar, sosyal değerler ve dini ritüellerin ortaya çıkmasına yol açmış ve bunlar, insan toplumlarının temellerini şekillendirmiştir. Ayrıca insan, estetik duyusuyla güzelliği takdir eder ve kültürel yaratım yoluyla kendini ifade etme ihtiyacı duyar; bu, sanatlardaki ve bilimlerdeki üretici süreçlerin temelidir. Modern insanın çevresel dünyasını anlama ve etkileyebilme arzusu da tabiat olaylarını anlamaya yönelik sorulara ve arayışlara yol açmıştır. Bu süreçte dinler, mitolojiler, felsefe ve bilimler ortaya çıkmıştır. İnsan, olaylara merak ve anlayışla yaklaşarak ince araçlar yapmış ve becerilerini kültürel alışveriş yoluyla başkalarına aktarmıştır. Ayrıca, insan, ateşi yakabilen, yemeklerini pişirebilen ve giyinme kabiliyetine sahip tek canlıdır; aynı zamanda hayatını daha verimli hale getirebilmek için çeşitli teknolojiler geliştirmiştir. İnsan, ayrıca bazı hayvanları, misal olarak köpekler ve kediler gibi, evcilleştirebilme kabiliyetine sahip tek canlıdır.
Şeyh Abdul Subur Şahin’in “Ebû Âdem” adlı kitabında, Âdem’in insanın atası olduğu ve insanlardan önce var olan hayvani yaratıklardan insanı seçerek Âdem’i insanın atası olarak belirlediği anlatılmaktadır.
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar
Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://ar.m.wikipedia.org/wiki/إنسان
S6- Geçmişte birçok kavmi; peygamberlerini yalanlamaları, putlara tapmaları, zulüm ve sapkınlıkta ileri gitmeleri ve Allah’a isyan etmeleri vb. sebeplerle helâk ettiysen; dünyanın diğer bir bölgelerinde zulüm altında inim inim inleyen milyonlarca mazlum bir yana, en azından bir yıldan kısa bir sürede 50 bine yakın Filistinliyi öldüren Tanrı Yehova’nın şımarık çocuklarına neden bu müsamahayı gösteriyorsun?
C6- Allah’ın sisteminde her şeyin bir usülü ve kuralı vardır. İnsanoğlu yaşarken hakedişinin ortaya çıkıp görülmesine kadar Allah kullarına mühlet verir. Bu mühlet vermesi ihmal anlamına gelmez. Aksine bu mühlet esnasında her ferdin iradesini kullanmasına göre hak edişi ortaya çıkar; sonuca göre herkes ceza veya mükâfatını görür. İsrail zulmüne Allah’ın mühlet vermesi bütün insanlığa bir tecrübe ve şahitlik süreci yaşattığı gibi cennetini hak eden mü’min kullarına da bu imkan ve fırsatı vererek diğer kullarından farkını ortaya koyup göstermesini sağlar. Kadar hükmünün tecelli etmesinden sonra resmin bütünü ortaya çıkar; biz sürecin başında ve seyri esnasında resmin bütününü göremediğimiz için zihnimizde oluşan eksiklikler bazı tereddütlere yol açabilir. Allah adildir; herkese hak ettiğini bulma imkan ve fırsatını verir; kullarının bir kısmının hak edişine, diğer kullarını da şahit kılar. Çok yakında siyonist ve terörist İsrail’in akıbet ve hak edişini bütün insanlık ile birlikte biz de göreceğiz. O zaman Terörist İsrail’e acıyan da olmayacak; Allahın adaletinin hikmetlerini de görmüş, öğrenmiş olacağız inş.
Aşağıdaki yazıyı da sizler için seçip tercüme ettim:👇
İlk olarak:
Allah dilediğini yapar, nasıl dilediyse öyle yapar ve ne zaman dilerse yapar, O, yaptığı şeyler hakkında sorguya çekilmez. Bizler ise O’nun kulları olarak, hikmetini düşünebilir ve üzerinde tefekkür edebiliriz ama hepimiz O’nun adaletine ve rahmetine güveniyoruz.
İkinci olarak:
Bahsedilen kavimler ve diğerleri, hepsinin karşısında bir elçi vardı; elçi, onlara delil ve açık işaretlerle tebliğde bulundu, ancak onlar açık delilleri reddettiler ve inkâr ettiler. Bu yüzden azap hak ettiler. Şu an yaşayanlara gelince, Allah’ın onlara olan rahmeti, sürekli olarak tövbe etme ve Allah’a yönelme fırsatına sahip olmalarıdır. Biz de onların tövbe etmelerini umuyoruz ve Müslümanların doğru dini insanlara ulaştırmalarına yardımcı olmalarını temenni ediyoruz.
Ayrıca unutmamalıyız ki herkes, hastalık, kayıp, fakirlik gibi dünyalık imtihanlardan geçiyor. Bunlar, Allah’a yönelip tövbe etmemiz için birer imtihandır.
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar
Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://ar.quora.com/لماذا-لا-يهلك-الله-الناس-مثلما-أهلك-قوم
Başka bir zaviyeden değerlendiren bir yazı:👇
Allah Teâlâ’nın, dünyada her peygamberini reddedenleri cezalandırması, ne şeriat ne de akıl gereği bir zorunluluk değildir. Allah’ın peygamberlerine ve rasullerine yardım etmesi de, düşmanlarına dünyada ceza vermek şartına bağlı değildir. Bu nedenle İslam âlimlerinden İbn Teymiyye, “El-Nubüvvât” adlı eserinde peygamberlerin zaferini iki şekilde açıklamıştır:
1. Kavimlerin helak edilmesi ve peygamberlerin ve onların takipçilerinin kurtarılması.
2. Peygamberin delil ve ilimle zafer kazanması, yani hakikatini ortaya koyması.
İbn Teymiyye (rahimehullah) bu konuda İbrahim peygamberle ilgili olarak şunu söylemiştir:
Allah, İbrahim’in kavminin helak edilmesinden bahsetmemiştir. Hatta onlar onu ateşe atmışlardır, ama Allah onu ateşi ona soğuk ve selamet yapmıştır. Onlar ona zarar vermek istemişlerdi fakat Allah, onları en aşağı seviyeye indirmiştir. Burada, İbrahim’in delilinin ve ayetinin ortaya çıkışı, yani onun ilmi ve kudretiyle galip gelmesi görülmektedir. Bu durum, bir mücahidin düşmanını yeneceği şekilde bir zaferdir. Ancak İbrahim, bu zaferin ardından kavminden ayrılarak onları terk etmiştir. Peygamberler ise kendi kavimlerinde kalmışlardır. İbrahim’in kavminin helak nedeni, onun kavminde kalması ve azap beklemesi değildi.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de kendi kavminden ayrıldı. Sonrasında Allah ona zafer verdi. İbrahim ve Muhammed (sav) en üstün peygamberlerdir; onlar, davetlerini yerine getirdiler ve amaçlarına ulaştılar. Hatta bazılarından, örneğin Kureyş’ten, tevbe edenler olmuştur. İbrahim’in tavrı ise daha çok merhamet yönündeydi; o, kavmini helak etmeye çalışmamış, ne dua etmiş ne de onların azap çekmesini beklemiştir. Bu da onun merhametli bir yaklaşım sergilediğini gösterir.
Allah Teâlâ, peygamberlerine ve onlara inananlara yardım etmekte, onların düşmanlarına karşı zafer kazandırmaktadır. Bu durum, Muhammed (sav) ile İbrahim’in arasındaki benzerliği ortaya koyar. Eğer Allah, ona zarar vermek isteyen düşmanlarından korumuş, onları hezimete uğratmışsa, bu, İbrahim’in durumuna benzer bir olaydır.
İsa (as) kavmine genel bir azap gönderilmemiştir. Çünkü Tevrat’ın inzalinden sonra, Allah hiçbir kavmi bir genel azapla helak etmemiştir. Şeyhülislam İbn Teymiyye, “Cevap al-Sahih limen Beddele Din al-Masih” adlı eserinde şunu ifade etmiştir: Tevrat’tan önce, Allah peygamberlerini yalanlayan kavimleri helak etmişti, fakat Tevrat’tan sonra bu tür helaklara yer verilmemiştir. O dönemden sonra, peygamberler ve kavimleri arasında ceza, ferdi olarak verilmiştir.
Bundan sonra İbn Teymiyye, “Tevrat’tan önce Allah kavimleri bir genel azapla helak ediyordu, fakat Tevrat’tan sonra bu azap gelmemiştir. Bu dönemde, inananlar, Allah’ın düşmanları olan kafirlere karşı cihad etmeleriyle yükümlü kılındılar” demiştir.
İbn Kesir’in tefsirinde de şöyle bir açıklama yapılmıştır: “Biz, Musa’ya Tevrat’ı verdikten sonra hiçbir kavmi bir genel azapla helak etmedik, aksine Allah müminlere kafirlerle savaşmalarını emretmiştir.”
Son olarak, İbn Cerir şöyle demiştir: “Tevrat’ın indirilmesinden önce Allah, yalanlayan kavimleri azapla helak ediyordu. Ama Tevrat’tan sonra bu şekilde helak edilen bir kavim olmamıştır.”
İbn Cerir şöyle demiştir: “Bize bildirildiğine göre, Tevrat’ın indirilmesinden önce Allah, yalanlayan kavimleri, gökten veya yerden gelen azaplarla helak ediyordu, fakat Tevrat’ın indirilmesinden sonra bu şekilde hiçbir kavim helak edilmemiştir, sadece maymunlara dönüştürülen bir kavim hariç. Allah, Musa’ya Tevrat’ı verdikten sonra, o zamana kadar helak edilmiş ilk kavimleri hatırlatarak şöyle buyurmuştur: ‘Ve biz Musa’ya kitabı, önceki nesilleri helak ettikten sonra verdik.’” Bu rivayet, Bazarî’nin kitabında, Amr bin Ali’nin rivayetiyle de aktarılmıştır.
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar
Yazının Arapça Aslı İçin: 👇
https://www.islamweb.net/amp/ar/fatwa/426904/
Başka bir yazıda:👇
Zulüm ne zaman şiddetlenir ve karanlık gecesi mazlumlar üzerinde uzarsa, ve onlar zalimlerinin güç ve saltanat içinde süzüldüklerini, mazlumların çığlıklarının ve yaralarının hiçbir derman bulamadığını gördüklerinde, o zaman eski ve yeni sorular yeniden sorulur: Neden Allah zalimlerden intikam almaz?
Semavi Müdahaleler:
Gökyüzü birçok kez müdahale etmiş ve zalimleri helak etmiştir. Allah, şöyle buyurur: “Görmediler mi, biz onlardan önce kaç kuşağı yeryüzünde kendilerine emanet ettiğimiz halde, onlara size vermediğimiz nimetleri verdik, üzerlerine yağmur yağdırdık ve altlarından ırmaklar akıttık, ama onları yaptıkları kötülüklerden dolayı helak ettik ve onlardan sonra başka bir kavim halk ettik.” (En’am: 6)
Allah başka bir ayette şöyle buyurur: “Ve ne kadar kavim helak ettik, akşam vakti ya da öğle vakti onları sıkıştırarak.” (A’raf: 4) Ayrıca şöyle buyurur: “Ve ne kadar zulmeden kavmi parçalayarak helak ettik ve onların ardından başka bir kavim halk ettik.” (Enbiya: 11)
Ve yine buyurur: “Ve ne kadar kavim, senin kavminin bulunduğu şehirlerden çok daha güçlüydü, biz onları helak ettik ve onlara yardımcı olmadı.” (Muhammed: 13)
Ve yine şöyle buyurur: “Birçok kavim Rablerinin ve resullerinin emirlerine karşı geldiler, biz de onları büyük bir hesapla hesaba çektik ve onları korkunç bir azapla cezalandırdık. Sonuçta yaptıkları işlerin kötü sonuçlarını tattılar ve sonunda kaybedenler oldular.” (Talak: 8-10)
Allah’ın Zalimlere Yaptığı Azap Türleri:
Tarihte zalimlere Allah’ın uyguladığı azaplardan bazıları şunlardır:
1. Doğal afetlerden kaynaklanan azaplar: Gök gürültüsü, yıldırımlar, göktaşları, kasırgalar ve felaket rüzgarları gibi olaylar.
2. Yeryüzünde gerçekleşen azaplar: Depremler, volkanlar, toprak kaymaları ve büyük çöküşler.
3. Deniz felaketleri: Firavun’un başına gelen gibi denizin açılması.
4. Haşereler ve hayvanların musallat olması: Sinekler ve mikroplar gibi.
5. İklim felaketleri ve kuraklık.
6. Tarımsal kayıplar, ekonomik çöküşler ve kıtlıklar.
Zalimlerin Helak Olma Yasasının Durması:
Ancak zalimlerin helak olma yasası, Hz. Musa’nın peygamberlik dönemi ortasında durdu. Şeyh Rüşdü Rıza şöyle der: “Bu tür helak, özel bir davetle kavimlerini çağıran peygamberlerin kavimlerine özgüydü, ve bu, son peygamber Hz. Muhammed’in evrensel daveti ile sona erdi. Allah, onu (Muhammed’i) tüm insanlara rahmet olarak gönderdi.”
İbn Kesir, şu ayetin tefsirinde şöyle der: “Ve biz Musa’ya, kendisinden önceki nesillerin helakından sonra kitabı verdik, insanlara doğru yolu ve bir rahmet olarak.” (Kasas: 43)
İbn Kesir, bu ayeti tefsir ederken şöyle ifade eder: “Bundan sonra, Tevrat’ın indirildiği andan itibaren, hiçbir kavim genel olarak helak edilmedi. Ancak Müslümanlar, Allah’ın düşmanlarına karşı mücadele etmeleri için gönderildi.”
Zalimlere Karşı İntikamın Durdurulması ve Değişimi:
İbn Teymiyye de şöyle der:
“Allah, Tevrat’tan önce, her peygamberi yalanlayan kavimlerin Allah tarafından helak edilmesini sağlardı. Ancak Tevrat’ın indirilmesinden sonra, Tevrat halkına mücadele etmeleri emredildi. Yani, peygamberlerin görevleri, kavimleri helak etmek değil, onları eğitmek ve Allah’ın hükümlerini sunmaktı.”
Şeyh Şaravi, bu ayetle ilgili olarak şöyle açıklama yapar: “Musa, diğer peygamberlerin kavimleri helak edilirken, kendisi bir geçiş dönemi olan bir misyon üstlendi. Bundan önceki peygamberler, yalnızca mesajlarını iletmekle görevliydiler, ancak Musa zamanında Allah, ona kavimleri helak etmeden önce savaşmayı emretti.”
Zalimlerin Kısmi İntikamı ve Allah’ın Müdahalesi:
Ancak zalimlerin kısmi helakı durmamıştır. Allah, hala insanlık tarihi boyunca kendi müdahalelerini gerçekleştirmektedir. Bu müdahaleler bazen mazlumların mücadelesine destek olarak, bazen de doğrudan Allah’ın müdahalesiyle gerçekleşir.
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar
Yazının Arapça Aslı İçin: 👇
https://islamonline.net/توقف-سنة-إهلاك-الظالمين/
Günümüzde neden kavimler helak olmuyor mucizeler yaratılmıyor?👇
https://sorularlaislamiyet.com/gunumuzde-neden-kavimler-helak-olmuyor-mucizeler-yaratilmiyor?amp
Aynı Konuda Başka Bir Yazı 👇
https://sorularlaislamiyet.com/allah-neden-helak-etmedi?amp
Kur’anı Kerim’de Kavimlerin Helâkı: 👇
https://youtube.com/watch?v=3G1Cpbk5vzg&si=7OlAy0bIa6bPwsP-
Ayrıca sizlere daha önce bir Ermeni Papazla yaptığım yazışmaların linki ile 19 soruya verdiğim cevapların linkini de veriyorum. Dilerseniz okuyup istifade edebilirsiniz. 👇