Tıp Öğretimi?
Mehmet Maksudoğlu
Yıllarca önce, İngiltere’de iken, aynı binâda kaldığımız bir lise mezunu, İngiliz, 5 A sâhibi olarak (o zaman öyleydi; lisede okuyup 5 A alan, üniversiteye girebiliyordu), Tıp Fakültesine girmek istemiş, müracaat etmişti. Mülâkattan dönüp geldiğinde, yüzü asıktı, kabûl edilmemişti.
O yıllarda, bizde, günümüzde olduğu gibi, üniversiteye giriş, sınavla oluyordu ve belli puanı tutturan, müracaat ettiği fakülteye giriyordu.
Tıp fakültesine niçin kabûl edilmediğini sorduğumuzda şunları söylemişti:
-Bir takım sorular sordular: Niçin Tıp okumak istiyorsunuz? Âilenizde doktor var mı? Nasıl bir âilede büyüdünüz vb…
Haaa, demek ki, tıp öğretiminin bir özelliği var: adam doktor olacak, muâyene dolayısıyla âile mahremiyetine girecek, kimlerde hangi hastalıklar olduğunu öğrenmiş olacak, bunlara dikkat ediyorlar, diye düşünmüştüm. İşin MADDÎ ÇIKAR, PARA KAZANMAK yönü aklıma gelmemişti, çünkü, doktora gidip bedâva muâyene olabiliyordunuz; bizde o zaman, sağlık hizmetleri, şimdiki gibi gelişmiş değildi; sâdece memleket hastaneleri vardı. Şimdi, elhamdülillâh, sağlık konusunda, ‘gelişmiş’ sayılan birçok Batılı ülkeden daha iyi durumdayız.
Bizde ise, gerek tıp, gerek mühendislik, aklınıza NE gelirse, bunların bilgisinin verildiği fakültelere girmek için, SÂDECE orta öğretimde kafasına doldurulanları belli seviyede hâfızasında tutabilmek, belli bir puanı alabilmek ölçüdür. Dikkat ederseniz: Tıp, Mühendislik vb. ÖĞRETİMi dedim, EĞİTİMi demedim: gerçi Tıp’ta uygulama, usta-çırak ilişkisi var ama, bu, meslekî zarûret; hastanın nasıl tedâvî edilmesinin fiilen görülmesi ve gösterilmesinden Ibâret: işin AHLÂKî boyutu, bu bilgilerin kullanılışındaki sorumluluğun EĞİTİMİ var MI?
Olmadığı içindir ki, işte, son günlerde su yüzüne çıkan bebek istismârı, depremde yıkılan binâlarda yüzlerce kişinin can verdiği gibi olaylar meydana geliyor. 1970li yıllarda, Devletin güvenlik güçlerine SİLÂH ÇEKEN, askerimizle, polisimizle ÇATIŞMAYA GİREN -yine bu milletin çocukları- gençler, en yüksek puanla girilen üniversitelerden mezun olmuşlardı.
Kur’ân-ı Kerîm’de, Mâide (5) Sûresi 32. Âyet-i kerîmede buyurulan “Kim bir canı, başka bir cana veya yeryüzünde fesad çıkarmasına karşılık olmaksızın ÖLDÜRÜRSE, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onun hayâtını kurtarırsa, bütün insanları KURTARMIŞ gibi olur” ilâhî hükmü, daha küçükken ve sonra, okulda öğretilse idi, böyle mi olurdu?
Son can yakıcı, fecî olayların göbeğinde yer alan, “her şey prosedüre uygundur” diyen kişi, Tıp Fakültesi’nde okurken TERÖR örgütü üyeliğinden hüküm giyiyor, beş yıldan çok hapiste kalıyor, çıkınca, TEKRAR Tıp Fakültesine giriyor ve mezun oluyor! “Sen Terör işlerine karıştın; Tıp okuyamazsın” diye bir kural olmadığı, laik, çağdaş yasalar bunu öngörmediği için, HİÇBİR ŞEY OLMAMIŞ GİBİ, Tıp Fakültesini bitiriyor. E… BÖYLE bir kişinin doktorluk yapamayacağını öngören bir yasa olmadığına göre… bildiği gibi, canı istediği gibi, para kazanmak için her şeyi mübah görerek gün ışığına çıkan işleri organize ediyor ve yürütüyor.
Belli mesleklerde iş görecek insanımız için, ÖNCE, kendisinin iyi yetişmiş, ahlâklı, âile hayâtı düzgün olmasına DİKKAT EDERDİK. Bu konuda, İhtisâb Ağası’nın, pazarı denetlerken, reçel tenekesi içindeki fâreyi göstererek:
-bu nedir?
demesi üzerine, pazarcının, dikkatinden kaçmış olan, farkına varmadığı fare ölüsünü, kuyruğundan tutarak:
-bu mu efendim? reçel biraz şekerlenmiş, diyerek yutuverdiği meşhurdur. Yoksa, cezâ olarak; öyle akçe ödemek filân değil, İhtisâb Ağası’nın emrindeki görevliler tarafından oracıkta, tezgâhın önünde, kalabalığın seyrettiği şekilde falakaya yatırılıp tabanlarına belli sayıda vurulması vardı. (Birilerinin İlhan Ağabey’i, Erenköy’deki köşk’te böyle bir işleme mârûz kalmış, onun yazdıklarından, işin “tadını” öğrenebilirler. Tabiî, hiç kimsenin böyle bir muâmeleye tâbi tutulmasını istemeyiz; insanımız saptırılmamalı, o yollara düşmesine zemîn hazırlanmamalı.)
Hemen belirtilmesi gerekir ki: Hisbe görevini üslenecek olan Kadı öyle, rastgele kadılardan biri seçilerek görevlendirilmezdi; bu görevi yerine getirecek olan kadı’nın, iyi yetişmiş, âile hayâtının DÜZGÜN olmasına dikkat edilirdi. Evdeki problemleri dışarıya aksettirip tatmin arayan, görevini bu işe âlet etme temâyülünde (eğiliminde) olan tiplerden kesinlikle İhtisab Ağası tâyin edilmezdi.
Etiketli bir kripto yahûdî ile, bir Süryânî yurttaşımız -tabiî ikisi de son derece çağdaş- hükûmeti veryansın eleştirirlerken, “bunlar, şöyle şöyle, Şerîatı getirme hazırlığında, yolundadırlar” mâhiyetinde etkili bir performans sergiliyorlar. Kimliklerini gizlemelerine gerek yok, Tanzimat ve İslahat felâketlerinden beri zâten, hepimiz, kimyadaki bir element târifi gibi, “renksiz, kokusuz, tatsız” ve eşit duruma getirilmişiz (hoş: sorulmadı ki, gerçek kimliğimizi belirtelim; durup dururken, ben şuyum, ben buyum, diye ilân mı verecektik? diyebilirler ki, bu konuda haklıdırlar.) ve “standart” aydınımız (bizde her diploma sâhibi ‘aydın’ sayılır) onların dediklerine çok yatkındır, onların görüşlerini benimser, “öyle” imâl edilmiştir. Şeriat’ı; geriliği temsîl eden, çağdışı, KORKUNÇ, iptidâî bir şeymiş gibi görür.
Hemen belirtelim: üzerinde yaşadığımız Yerküre, dünyâ, kendi çevresinde 24 saatte bir sefer DÖNDÜRÜLMESE, güneşe bakan yüzü hep gündüz olacak, insanda ‘zaman’ kavramı olmayacaktı. Arka yüzünde ise, hayat olmayacaktı. Dünya, güneşe öyle bir uzaklıkta DÖNDÜRÜLÜYOR ki o mesâfe biraz uzak olsaydı, soğuktan donardık, mesâfe birazcık yakın olsaydı, sıcaktan kavrulurduk. Taş, kaya, madenler, toprak yığınlarından ibâret bu ağır Yerküre, KENDİSİ karar verip de mi hem kendi çevresinde, hem de güneşin çevresinde ŞAŞMAZ bir hesapla dönüyor? Yoksa, onu bir DÖNDÜREN mi var? Kur’ân-ı Kerîm’de onu döndürenin Allah olduğu bildiriliyor: Âli İmrân (3) Sûresi, 190. Âyet-i kerimede şöyle buyruluyor: “Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaradılışında, gece ve gündüzün birbirleri ardınca gelip gitmesinde aklı selîm (öz) sâhipleri için delîller vardır.”
Tabiat kanunları -yeni tâbirle Doğa Yasaları- dediğimiz düzenin İslâm’daki adı: sünnetullahdır; Allah’ın, Kâinâtı yönetmekte tuttuğu YOL demektir: Allah’ın Sünneti’nde aslâ değişiklik bulmayacaksın (We len tecide li Sünnetillâhi tebdîlâ) (Ahzâb (33) Sûresi, 62. Âyet-i kerîme) buyurulmaktadır.
Rahmân (55) Sûre-i Celîlesinin ilk âyetleri, bu konuya kuvvetli projektör tutmaktadır: “5.Güneş de Ay da Hesâb ile ile (cereyân etmekte)dir. 7.(Bak gör) semâyı, O yükseltti ve ölçüyü koydu. 8.Ölçüde taşkınlık etmeyin. 9.Ölçüyü adâletle ve tam yapın, tartıları da eksik yapmayın.” Ölçüde, tartıda doğru davranmamak, Evren’deki düzene AYKIRI davranmak oluyor. Şeriat; bütün bu düzeni kuran Yaratıcının, yarattıklarının NASIL davranmaları gerektiğini buyurduğu Kutlu Kanun demektir. Şeriat’a uyan, Kâinat’ın yönetilişine, gece ile gündüzün birbirinin ardınca gelmesine, suyun yukarıdan aşağıya doğru akma kanununa uymaktadır, hayatla uyum içindedir.
1791 yılında Üçüncü Selîm’in yanlış tercîhiye girdiğimiz, ‘her bakımdan, her şeyimizle Avrupa’lı gibi olmak’ yolunda hayli mesâfe aldık ve bu duruma geldik. Kültür İstilâsı zemîninde yetiştirildiğimiz için, diploma hâmillerimizde, Şeriat’a karşı bir soğukluk vardır. Hemen el kesmek hatıra gelir. Halbuki, el kesme cezasının verilmesi için; ‘çalınan malın belli bir meblâğda olması, muhafazalı bir yerden çalınmış olması … gibi 10 küsûr şart vardır. Günümüzde, hırsızlık, âdetâ eğlence hâline getirilmiştir. En çağdaş bir yurttaşa soralım: mersedes marka arabanız çalınsa, ve hırsız o anda tutulsa, NERESİNİN kesilmesini isterdiniz? Elinin kesilmesine râzı mısınız, yoksa başını mı keselim? deseniz: NE cevap verirdi acaba?
Birkaç yıl önce, Galata köprüsü üzerinde, arabasının patlayan lastiğini değiştirirken, ehliyetsiz bir sürücünün çarpmasıyla bir üniversite öğretim üyesi can verdi, ehliyetsiz sürücüye, bu çağdaş kanunlar herhâlde birkaç yıl hapis cezâsı vermiştir. Sizce, adâlete uygun mu? Ya, sokakta oynayan 5 yaşındaki, çocuğu ezen sürücü? Herkesin çocuğu, torunu tehlikede değil mi? medeniyetin ilk şartı, güvende olmak, değil midir?
Fâtih Sultân Mehemmed çağında, bir kadın, YALNIZ BAŞINA, yanında külliyetli mikdâr altınla İKİ GÜNLÜK yola gitse, hiçbir tehlikeye mârûz kalmadan, başına hoşlanılmayacak bir şey gelmeden dönüp geleceğinden hiç kimsenin şüphesi olmazdı. Zina suçu derhâl ve şiddetle cezâlandırılırdı. (Neşrî, Cihân-Nümâ, Türk Tarih Kurumu, 1949 cilt II, s.838-840.) [(Prof) Dr Mehmet Altan Köymen ve Faik Reşit Unattarafından basıma hazırlanan bu eser, Türk Tarih Kurumu’nca 1949 yılında bastırılmıştır. Bir sayfada o zaman kullandığımız harflerle yazılmış orijinal metin, karşısındaki sayfada da aynı metnin latin harfleriyle yazılmışı vardır. Osmanlı Devleti’nin ilk devriyle ilgili, zevkle, keyifle okunacak bir kitaptır.]
Bâzıları için “çağdışı” olan Şerîat idâresinde DURUM böyle idi. Şerîata göre yönetilen Osmanlı Devleti, Kanûnî Sultân Süleymân çağında, DÜNYÂNIN EN BÜYÜK DEVLETİ idi.
Hemen belirtelim: Her şeyi ‘düzen’e bağlamak kolaycılığına düşmemek gerekir; hep öyle yapıyoruz: KENDİMİZi düzelteceğimiz yerde, çevreden başlıyoruz, çâreyi düzen değiştirmekte görüyoruz. Sıra, değişiklik sırası, bir türlü kendimize gelmiyor. Şeriat düzeni içinde yaşamak, Müslümanca yaşamayı kolaylaştırıyor, her şeyi halletmiyor. Önce, insanın, kendini gözden geçirmesi, yanlış düşünce ve alışkanlıklarını değiştirmesi gerekiyor.
Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu
20 Ekim 2024